31 Aralık 2014 Çarşamba

Yazıyı yeterli dikkatle okursanız kusabilirsiniz, dikkat!

Kendine daha çok sokuldu. Kollarını birbirine dolayarak ellerini olabildiğince sırtına doğru uzattı. Berbattı kendine sarılmak. Üstelik çoğunlukla iğrendiği kendine. Yalnızlığı sevmemesinin nedeni açıktı; kendine katlanamıyordu. Sırf bu yüzden şanssız görüyordu etrafında olan insanları. O şanslıydı bu konuda, günde ortalama 2 dakika görüyordu yüzünü.

Kalktı. Yatakta anlamsızca oturuyordu. Neden onu kimse merak etmiyordu? Nedendi bu denli berbat bir figür olarak yer alacaksa bu eşsiz hayat dansında bulunması? Üstelik müzik dahi sarmalamıyordu onu. 

Nedendi bilmiyorum bu kadar iğrenç olması. Ben bile anlatmaya katlanamadım, kendi karanlığına gömülsün öyleyse. Belki de hak ettiği budur. Yusufsa, bulunduğu kuyunun üzerini mühürlüyorum haberi olmuştur elbet.

"Yusuf dahi diyemem kendime, yaptığım her benzetmeyi kirletiyorum sanki. Kuyu bile kusmak istiyor beni, neden neden !?"

Cevapsız kalacak soruları, kimse duymayacak onu. Isırarak koparsın dilini, hatta becerebilirse kuyunun karanlığını kendi kızıllığıyla bezesin de kurtulsun kuyu. Kuyu bile ona katlanmakla cezalandırılamaz. Belki toprak, belki o eşlik eder çürümesine. 

"Ölümün ipek kanatları gelin, sırtımda yer açtım size paslı bir jiletle. Beni çürümenin coğrafyasına ulaştırın, bana katlanabilecek bir varlık bulayım artık yalvarırım..."

Kısa süreli bir çırpınış ve nihayetinde yüzünde bir gülümsemeyle erişti toprağın göğsüne.

Mutlu son. 

Herkes kendine katlanabilen varlıkları arar zaman çizgisinde yürürken. Çizginin neresinde karşılaşacağını kim bilir?

23 Aralık 2014 Salı

Ben geçmiş takıntılı bir insanım. Anaokulu yıllarımı dahi özlediğimi söyleyebilirim zaman zaman. Ancak anaokulu benim için özlemden çok travmayla bağdaşıyor. Anasınıfımız bir ilkokul bünyesinde yer alıyordu. Bu nedenle bahçeye pek sık çıkmazdık. O seyrek günlerden birinde birkaç velet arkadaş olarak okulun yaklaşık 2 metre yüksekliğindeki duvarının üzerine çıkmıştık. Duvarın hemen bitiminde de, yerde raya benzer keskin demirler vardı. Nedense aklımda ray olarak yer etmiş, Trabzonda demiryolu mu var rayın orada işi ne? Bilemiyorum. Her neyse biz böyle birkaç asi ve salak velet olarak duvarın üzerinde dolaşmaya başladık. Nereye dolaşıyorsun ama küçücüksün, denge merkezin bile tam gelişmemiş. Düz yolda yalpalıyorsun, duvar üzerinde akrobasi peşine düşmüşsün. Çocukluk işte, gerizekalılık hat safhada. Duvarın üzerinde dolaşmaya devam ederken aramızdan biri eksildi. Çocuklardan biri, ismi Fatihti, o ray olarak aklımda kalmış olan demirlerin üzerine düştü. Ben de duvarın üzerinden kendisini izliyorum. Yerde bağırıyor, ağlıyor bacağını tutarak. Ben bağırmıyorum, izliyorum sadece. Şimdiki ekstrem olaylar karşısında soğukkanlı oluşumun başlangıç noktası o olaydır belki de. Çocuk ağlamaya devam ediyor, öğretmen koşup geliyor endişe içinde. Başkaları da koşuyor. Biz hala salak birkaç velet olarak duvarın üzerinde duruyoruz. İndiriliyoruz sonra. Çocuk hala ağlıyor, bacağını tutuyor ve anne diye bağırıyor. Sonraki dönemde annesini birçok kez gördük. Bacağı kırılmış ve kesilmişti. Anaokulu boyunca tedavi gördü, okula annesiyle gidip gelirdi. Sonra ne oldu? Bilmek isterdim. Anaokulundan dahi yarım bir hikayem var, ne garip. Mutlu sonlara inanmak istiyorum. O duvara şimdi bir kez daha çıkıyor ve kendimi bu kez ben oradan aşağıya bırakıyorum. Ağlamıyorum da, o çocuk yerine ben düşmeliydim çünkü. Bitmeyen düşüşümün başlangıç noktası o olaydır belki de. Tam olarak anımsayamıyorum ama duvara çıkma fikri sanırım benimdi.

Ah... Umarım iyisindir Fatih, senin yerine ben düşüyorum artık her gün o duvardan, üstelik yanıma endişeyle gelen kimse yok. Sen şanslı olanlardandın, somuttu düşüşün... Umarım iyisindir, umarım.

12 Aralık 2014 Cuma

Aurora'dan Vildan'a kısa bir mektup

23.10.14

Vildan,

Sana anlatacağım şeyler var. Garipsememeni, dahası bana katılıyor olmanı umuyorum. Bunları yalnız sana anlatabilirim. Her eylem okumadır, her şey okunabilir demiştin bana. Beni okumanı istiyorum bu kez.

Sessizce gerçekleşmesi en iyisi diye geçiriyorum içimden. Artık saldırmak yok, savunmak yok, istekler yok, yalnızlık yok. Tüm kavram ve eylemleri reddediyorum. Her seferinde düştüğüm boşluktan çıkmaya çalışmayacağım bu kez. Yurt bileceğim onu. Değil mi ki uçurumda açan çiçek dahi yurdu bilebilmişti uçurumu. Daha derinlerde yaşamak güzel olacak. Korkmuyorum. Yeterince nefes aldım, tamamen oksijenle doldurdum ciğerlerimi. Bundan sonraki yaşamımı derinlerde geçirebilirim. Daha mutlu daha huzurlu. Beklentisiz ! İfadesel olarak bile huzur veriyor bu düşünceler, harika ! Kendi Nirvana'ma, tepe yahut dip -denebilir- noktama varacağım. Tamamlanacağını duyuyorum bir sürü şeyin. Sevdiğim ölüme, ölülere daha yakın; hayata ve canlılara uzak bir nokta olacak orası. Ölüler beklentilerinizi karşılar, sizi üzmezler. Sınırları onlar değil siz belirlersiniz. Durum bundan ibaret. Olabildiğince değişim zamanı !

Herhangi bir şeye tutunmak istemiyorum artık.

Beni anlarsın biliyorum.

Sevgiyle.
A.

10 Aralık 2014 Çarşamba

Asla büyümeyeceğimi hesaba katarak vermiş olmalılar anlamı çocuk olan bu ismi bana... :)

Anaokulu şaheserlerimden biri


 Çizim yeteneğim ve hayal gücüm hala bu resimdekine yakın ölçüde.


Birinci sınıftaki ilk defterimden bir sayfa
Yazı stilim ve kurduğum cümlelerin kalitesi hala aynı.


              "sen ilkyazı önce kendinde oluştur
               ve sonra yürü yol olmayanı"

9 Aralık 2014 Salı

Sevilmemişliğin Kısa Öyküsü

İnsanlara sevdiklerine okumaları için şiirler öğrettim, hiçbiri onları okumadı bana.

2 Aralık 2014 Salı

Yerdesiniz. Nakavt olduğunuzu herkes biliyor. Ayağa kalkamayacağınıza eminsiniz, eminler. Ama hakem bitirmiyor sayımını. Düşlediğiniz darbeyi yediniz. Düşüşünüz bitti. Gülümsemeye evrilmeye çalışan patlamış dudaklarınızdan kan sızıyor. Kan tadını sevmiyorsunuz. Ama ağzınızın oluşturduğu bu tablo, gülümsemenizden daha sanatsal. Işıklar birikiyor göz kapaklarınızın üzerinde. Seslere kapanıyor kulaklarınız. Havlu atmıyor ama hala havlu atması gereken ve bitirmiyor sayımını hakem. Kurgusal bir acı sunuyorsunuz okuyanlara ve tümü umursamadan okuyup geçiyor bu yazıyı.

Her gün biraz daha ölüyorsunuz.
Anlatmak istiyordum, emindim buna. Ama düşünemiyordum sanki, ne anlatabilirim, kime ne anlatabilirim ? Kağıttan gemilerin pervanelerine saçları dolanan bir deniz kızı olduğumu söylesem ilgi çekici olur muydu ? Yahut her pulumun altında ayrı ayrı kanayan yerlerim olduğunu. Üstelik kelimelerle ifade edilebilir bir nedeni olmadan. Kalbinin deniz olduğunu fısıldamıştın bana gökyüzünün yıldızlarını üzerimize kustuğu bir gecede. Belli belirsiz bir nem görmüştün yüzümde de, hüznümün çapa gibi saplandığını söylemiştin kalbine. Hüznüm daha da büyümüştü. Dünyanın en kabul edilebilir nedeni olmuştu ağlamak için. Göğsünden öptüm. Tapılası soluğunu duydum saçlarımın arasında... Bir deniz kızının yüzünün nemli olmasından daha doğal ne olabilirdi ve denize çapaların saplanmasından. Ne olağandık, ne mutluyduk hüznün kıyısında. Ne normaldi o an orada iç içe olmamız. Yüzünde yıldızları gördüm, ışıltısını yitirdi güzelliğin karşısında sevdiğin pullarım. O halimle de severdin, emindim. Soyunsam kendimi, cansız kalsam kollarında, hiç yadırgamaz sıkı sıkıya sarmaya devam ederdin bilirdim. Duyulabilecek en büyük güveni duymuştum. Toprağın dahi varlığını unutmuştum. Tenin dalgalanıyordu, görüyordum. Başkaları görmesin istediğimden mi, daha da büyük sarılmaya çalışıyordum ? Saklayabilir miydim seni ? Gökyüzünün altından akıp gitmeni isteseydim, mavini terk edebilir miydin ? Ederdin, bilirdim. Karanlığım gizlerdi ikimizi. Ölümün bile olmadığı coğrafyalara birikirdik. Yoksa da öyle bir yer, isterdik olurdu.

Kendi kendime konuştuğumu fark ettin sen. Tümünü duydun. Kimseye söylemedin üstelik. Demek ki istemiyorsun istemediklerimi. Demek ki nefes almama izin verirsin derinliğinde. Duyulabilecek en büyük güven bu. Biliyorum varlığın dahi yok senin. Ama istersem olursun. Olur musun ?

Olurum diye fısıldadı... Kulaklarım bile yoktu belki, ama duydum. Deniz kokuyordu, tanıdıktı, oydu. Ben bu kez sahiden bir deniz kızına öykünüyordum.

Olurum diye fısıldamıştı, duymuştum. Duymasam ölürdüm biliyorum...




29 Kasım 2014 Cumartesi

Normalimiz iyi hissetmek olsun artık, yalvarırım...


 "Çok yenildik yetmez mi?"



19 Kasım 2014 Çarşamba

Hayattan gidememekse de, herkesin hayatından defolup gitmek. En iyisi bu.
"Yüzüne bakamazdım elbette, ellerine baktım ben de. Elleri büyük, parmakları uzun ve ince..."

Birkaç zaman önce yazmıştım bunu, mini bir metnin içinde geçiyordu, belli belirsiz zihnimde dolaşıyordu biraz önce. Şu basmakalıp çizgilerle ifade edeyim bir de dedim. Vize haftası bitti. Yoruldum, dinlenemiyorum. Aşırı bilgi yüklemesine uğradım. Resmen ders çalıştım, inanılmaz ama. Genel anlamıyla da iyi geçti bu sayede. Sınavlara giderken yanımda şiir kitabı yerine ders kitabı götürdüm, o derece ! Sıkılıyorum fazlasıyla. Bu sıkılma halinin geçebileceğini düşünmüyorum. Zaman zaman böyle oluyor. Sanki o ana çakılıyorum İsaca ve kanım akıyor zaman yerine kronolojik boyutta. Uyumak dahi istemiyorum. Belki bir şeyler okumak, yahut hikayelerini dinlemek insanların. Ama anlatmıyorlar. Belki anlatsalar benim ilgimi çekmezdi, belki anlatmaya değer görmüyorlar beni. Sonuncusu çok mantıklı değil mi... Bunu açıklamak güç değil, insanlar tarafından umursanmıyorsanız kendinizi değersiz bulmanız normaldir. Gölgecesine içlerinden geçip gidebiliyorsanız hiçbiri merdivenin başında dururken gözlerinizde hayali dönen atlama fikrini göremiyorsa, bu size bakmadıkları anlamına gelir. Siz depresif değilsiniz aslında, yalnızca kendinize karşı bu tavrınız ve sırf biri nasılsın dediğinden iyi olabilir insan. Ben bir deniz kızı olmalıydım, kağıttan gemilerin yüzdüğü denizlerde. Ya da belki gölgesine razı bir fesleğen. Belki toprağın ta kendisi, YA LEYTENİ KÜNTÜ TURABA, ama şekillenmiş olmak, ben olmak garip hissettiriyor. Aidiyet duymuyorum. Bedeninin içinde sıkılan bir ruhtan ibaretim. Bu insanlardan değilim. Onlardan olma denemelerim her seferinde başarısız oluyor. Kendim olarak da bu yaşama nasıl katlanabileceğimi bilmiyorum. Sıkılıyorum.

AH !


(Gülali Dergisi sayesinde ulaştım bu fotoğraflara, nasıl teşekkür edilir unuttum.)

Şu olgunluğa erişmeyi diliyorum.


15 Kasım 2014 Cumartesi

Onüç Günün Mektupları'nı okurken rengarenk oluyor içim. :) Mini bir ütopyayı duyumsuyorum. Puantiyeler kaplıyor evreni. Bir ben siyah beyaz kalıyorum somutça. :) Kurtulalım realiteden.


9 Kasım 2014 Pazar

Mutsuzluktan ölmüyoruz ya, ben o noktaya çok takılıyorum.


Başımı umarsızca sola doğru çevirip gördüğüm manzara karşısında donup kaldım. Uzun süre hiçbir şey düşünmeden onun güzelliğini izledim. Şimdiye dek görmediğim büyüklükte bir dolunay ve denizle sevişen ışıkları. Büyülendim. Kötü geçen bir günün başlamak üzere olan kötü akşamıydı. Konuşmayı unutmuştum o an ama eve gidip dile dair onca bilgiyi zihnime hapsetmek zorundaydım. Yolda kaza olmuştu trafik vardı ben o kazanın içinde yer almayı düşlüyordum mutsuzdum ve mutsuzluğum bedenimi sarsıyordu. Ay beni gökyüzüne çağırıyor gibiydi. Aya aşık olunur muydu ? Oldum. Hava soğuktu, ince giyinmiştim üşüdüm. Bir şarkı sarılır mıydı insana ? Sarıldı, daha çok üşüdüm. Seni özledim yine Friedrich, tanımadan bilmeden. Öpüyorum bir kez daha, hep benimle olan ve olacak olan ruhundan.




Bir şeylerin değişmesini isterken zaten her şeyin değişim halinde olduğunu fark etmemişim. Geçmişe dönmek istiyorum.
8/11/14 
Trabzon

1 Kasım 2014 Cumartesi

Ne güzelsiniz çocuklar !





-Bize de fotoğraf çek
(Fotoğrafçı abla eğildiğine göre bizim de oturmamız gerek)



31 Ekim 2014 Cuma

                                                                  -Nerelisin ?
                                                                  -Hiçbir yerli.

Bu mümkün olamaz mı ? Ben kendimi hiçbir yere ait hissetmiyorum. Bulunduğum şehirde sevdiğim yalnız iki öge var; deniz ve gökyüzü. Bunlar dışında kayda değer pek bir şey yok. Çelişeyim hemen kendimle. Denize ait hissediyor olabilirim sanırım. Her gün görmekten bıkmadığım, bıkmayacağım en harikulade varlık o. Sarılma isteği duyuyorum hatta çoğunlukla. Bana sunacağı somut bir soğukluk dışında fazlasıyla şefkatli olacağını düşünüyorum. Neden susmayı beceremiyorum ben. Neden sürekli bir şeyleri ifade etme çabasındayım. Bu öyle sıkıcı ki.

Dinlenmek istiyorum. Her iki anlamda da.

Kendimden uzaklaşmam gerek, biliyorum. Ama yine de...


"Uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum"

Günün birinde ben de ders çalışacağım ! Evet buna inanıyorum. Sahip olduğum en büyük ahmak yanlardan biri de bu. Ders çalışamamak. Sorumluluklardan kaçmak. Ve o kaçışta hiçbir yere sığınamamak. Bir yazı var sanırım sığındığım. O da elinde olsa beni kendinden uzaklaştırırdı eminim. Kötü davranıyorum ona. Hiç kimseye davranamayacağım kadar kötü. İyi davranmak da istemiyorum kimseye. Uzaklaşmak istiyorum tümünden. Uzak bir yerlere gitmek. Ne sıkıcı hayal kurmak. Hiçbiri gerçekleşmeyecek. Herkesin aynı şeyleri yinelemesi ne garip. Ne çok benziyoruz birbirimize, buna rağmen ne uzağım sizden. Cümlelerinizi kullanmama izin veriyorsunuz ama sırf bunun için dahi minnettar olabilirim size.

                                                        "eli, eli, lema şevaktani ?"

Ne trajik bir ifade. Belki de dünya üzerinde bulunabileceklerin en hüzünlüsü.


Ne zor buraya katlanmak.

Lise yıllıkları ne güzeldir. Genelde esprili bir dil kullanılır ama beni tanıyan bir arkadaşımın mini bir dileği vardı, esprili bir dille söylenebilecek en ciddi cümlelerden biri belki de.

"Tek isteğim, şu dünyaya az da olsa uyum sağlayabilmen."

Umuyor ve istiyorum, olmuyor.

Olmayacak.

30 Ekim 2014 Perşembe

Herkesin bir serbest atış alanı olmalı, benimki de burası. Bir şeyleri sorgulamaktan ciddi anlamda yoruldum. Bir şeylerin olmasını beklemekten sıkıldım. Soyut oluşumdan sıkıldım. Daha klişe olmak istiyorum, daha kabul edilebilir ve düşüncesiz. Sürekli aynı şeyleri yazıyorum. Hissettiğim acıyı ifade etmekten sıkıldım. Hissiz olmak istiyorum artık. Ne olacaksa olsun ve bilinçsiz karşılayayım tümünü. Susayım.


28 Ekim 2014 Salı

Yıllar önce kendime sorduğum "neden yazıyorum" sorusuna verdiğim bir cevap vardı. "İleride okuyup gülebilmek için !" Ne kadar komik yazdığımı görebilmek için. :) Bugünlerde tam da o oluyor...





3 Eylül 2014 Çarşamba


  • Çay ve kahve çeşitlerini sevmiyorum.
  • Bazı sabahlar kendi içimde yankılanan, edebî bir ifadeye gerek yok, bildiğiniz dilimde bir yahut birkaç dizeyle uyanıyorum.
  • İntihar kavramına fazlasıyla ilgi duyduğum gibi, uygulamasından da bir o kadar nefret ediyorum.
  • Bu sabah canımın sıkıldığını hissederek uyandım ve hala o sıkıntılı hal geçmiş değil. 
  • Bugün kimse gecemin iyi olmasını dilemedi.


                                                                                                                            Uyuyayım.

31 Ağustos 2014 Pazar

İsteklerimiz yalnızca huzur ve mutluluk. Geri kalan her şey oyalanmamız için var. Tümü birer araç. Bu kadar.

28 Ağustos 2014 Perşembe

Yazmayacağım bir hikayeden alıntı:

'Bu dünyada bir ütopyayı yaşama fikri tümüyle saçmalıktı zaten. Bunu söylemek ne denli acı bilemezsin ancak akmalı kanım. "Tüm güzelliğinle uzağımda kal." Süslü cümleler kurmuyorum artık ve en alelade şekilde söyleyebilirim ki mümkünlerin kıyısı falan yok bu evrende. Başka kıyıların varlığına da inanmadığımdan bir deniz kızına öykünüyorum, hoşçakal.'

26 Ağustos 2014 Salı

Noctis


  • Şiirlerle konuşuyorum.
  • Sigaranın yanmadan önceki kokusunu daha güzel buluyorum.
  • Sisin çok güzel bir kelime.
  • Heyecanlanmaktan ve titremekten nefret ediyorum.
  • Uykusuz olunca midem bulanıyor.
  • Latinceyi seviyorum.
  • Yaşam gerçekten düşlerde.



"Viğdan abla Cemal Süyeya neden öldü, onu hastaneye götüymediniz mi ?"

20 Ağustos 2014 Çarşamba

Sıkılınca yazmasam daha iyi olacak aslında.

"Anlat" diyenlere "Ne anlatayım ?" diye sorun. Daha da klişe olun. Siz kendinizi susturun ve klişeler konuşsun. Anlatabilecek onca hikayeniz olmasına rağmen susup size bu fırsatı sunan kişinin ne dinlemek istediğini öğrenin. Çünkü onlar için yaşıyorsunuz. Onlar ne dilerse onu yapmak zorundasınız. Yapmadığınızda sizden uzaklaşırlar. Bu kötü hissetmenize neden olur. "Kendi"nizi çıkarabilseniz kendinizden, belki daha "iyi" addedilen bir insan olursunuz. Belki daha iyi dahi hissedersiniz. Yalnızca onlar için yaşayın. Merak edilmek isteyin hep. Umursanmak isteyin. Sevilmek isteyin. Sevildiğinizi hissetmek isteyin. Sonra tümü gerçekleşmesin. Böylesi daha güzel. Böylesi daha muhtemel. İnsanlarla iletişim içinde olma çabamız neden ? Uzun zaman önce kendi kendime vardığım bir sonuç vardı. İnsanlara yalnızca zorunlu ihtiyaçlarımız için muhtacız, onları karşıladıklarında daha fazlasını istememeli ve mutlu olmalıyız. Mantıklı değil mi ? Manevi anlamda ihtiyaç duyabileceğimiz varlıklar yalnızca bizden üstün, insan üstü varlıklar olabilir. Düşüncelerim hala yerli yerinde, ancak hislerim onları dinlemiyor.

Kimden ne istediğimi bilmiyorum.

Her neyse, diyecektim ki Steve Von Till diye bir adam var, kendisinin sevemeyeceğim şarkısı yok.

19 Ağustos 2014 Salı

Sessizce

Konuşmasak hiç
Duymasak ama sessizliği de
Aidiyeti ve sahibiyeti
Sürsek uzak diyarlara
Birbirimizden haberimiz dahi
Olmasa
Da
Olsak birbirimize
Sarılı
Sanılsa olduğumuz
Gerçek bir
Androgynous

Gerçekten gelir miydin
Friedrich
-Ütopyamı resmetsem
Kanımla, sarı lekene düşene-
Benimle birlikte ?
Hiçbir yere.

15 Ağustos 2014 Cuma


                                                    Böylece çok mutlu olabilirim ! :)

11 Ağustos 2014 Pazartesi

22 Yıl

Tüm klişe ifadelerimi toplayıp geldim. Yazıya dökmek istediklerim var. Garip bir gece bu. Yıkıcı etkisi bulunan, hüznün uç noktalarında gezindiğim bir gece. 22 yıl önce bu saatlerde olmam gereken bir yer vardı. Şu an kalbimi sarmalayan berbat hissi duymamamı sağlayacak bir oluş olacaktı o. Bulunup bulunabileceğim en doğru yer olacaktı orası belki de. Ancak bir sorun vardı. Henüz bu dünya üzerinde değildim. Bu şekilde ifade edince ne komik görünüyor değil mi ? Düpedüz saçmalıyorum. Ama öteden bakmak diye bir şey var her şeye. Hayata, ölüme, öncesine ve sonrasına. Hayatın öncesinde olmuş olmam onun beni beklemeden bu dünyadan ölüme gitmesine engel olamadığım için suçluluk duymamamı sağlamıyor. İğrendiğim gerçeklik, somutluk kavramlarının baş rolünde bulunduğu bir durum bu ne yazık ki.

Bunları birçok kez yineledim. Elime hiçbir şey geçmiyor. Bunlar üzerine ne kadar düşünürsem düşüneyim bu durumdan ötürü duyduğum hüzün geçmiyor. O otel odasındaydı, gökyüzüne karışmasına birkaç saat vardı. Ne yapmıştı ? Sigara içmiş miydi mesela. Bana bıraktığı harikulade dizelerin yazımına yardımcı olan ellerinde, parmaklarının arasında bir sigara ikamet etmiş miydi. Ellerine, üzerine sinmiş miydi kokusu ? Sigaranın ucundaki bir parça kora takılmış mıydı gözleri, ruhundaki aleve eş bulmuş muydu onu bir anlığına ? Elleri titriyor muydu melankoli ablukasında...

Ağlamış mıydı ? Bir cenin gibi ruhen kapandığı yetmiyormuş gibi bir de bedenen kapanmış mıydı kendi içine ? Sarılmak istemiş miydi o an bir insan bedenine, sarılabilseydi gider miydi, sarılabilseydim gider miydi...

Sabitlenmiş miydi gözleri duvarda belli belirsiz bir noktaya, bulanıklaşmış mıydı ara ara o nokta ? Silmiş miydi gözyaşlarını, yoksa izin mi vermişti son kez özgürce akabilmeleri için ? Akıtmış mıydı gerçekten beni Virginia Woolf'a öykündüren nehirleri gözlerinden ? Bunu düşünmek öyle acı ki...

Yanında bir kitap var mıydı sarıldığı, zihninde hangi dizeler uyuyordu ? Kimin hüznünü yineliyordu geçip giderken dünyadan ? Acıdan beyninin, zihninin uyuştuğunu duymuş muydu ? Ellerini başına götürmüş müydü istemsizce, bedeni dahi bir çare aramış mıydı derdi için, gitmemesi için ? Yarı ölümün tatminine başvurmaya çalışmış mıydı, kapatmış mıydı gözlerini dünyaya, son olmasını dileyerek ? Kendi etine geçirmiş miydi tırnaklarını, duyduğu zihinsel acıyı bir nebze olsun azaltmak için ?

Nasıl geçirmişti bu saatlerini, nasıl...

Düşünemez miydi 22 yıl sonrasını ? Bir kız çocuğunun kendisini tanıyacağını, yazdığı her dizeyi kendine yazılmış addedeceğini, kendisi için defalarca ağlayacağını, dualar edeceğini, kendisini özleyeceğini, çok özleyeceğini düşünemez miydi ? 22 yıl katlanmıştı bu dünyaya. O güçlüydü. Bir 22 yıl daha katlanmayı deneyemez miydi ?

Kaan, ahh Kaan !

Yazılmış tüm şiirleri alıp sarmaya çalışsam gidişinin açtığı yarayı, yeterli olmuyor. Durdurulamaz bir kanama hissi duyuyorum. Uzun ve acı dolu bir süreç bu, ölüme varana dek sürecek.

Ve şimdi bir tören havasında ansızın çıkıp gelecekmişim gibi bekle sen de beni. Günün birinde öte bir yerde dokunacağım ruhuna ruhumla. Bunu unutma.


Ve son olarak sen gökyüzü, neden bu kadar aydınlıksın bu gece ? 22 yıl öncesini çabucak unutmuş gibisin dünya... 
Hayır !
Sen de unutma !

7 Ağustos 2014 Perşembe

                                    Kitapların arkasına gizlenip ağlayın, kimse görmüyor.


5 Ağustos 2014 Salı

21 Ağustos 2011
"Kalmaya razı oldum, soğuğa, yalnızlığıma rağmen, kalıp beklemeye ve bir gün, yakında bir gün daha mantıklı kararlar verebileceğimi, yakında bir gün yeniden iyimser olabileceğimi ve bir gün, ne vakit olursa, neşemin tekrar yerine geleceğini umut ettim."

Saçma sapan bir sosyal paylaşım ağında paylaşmışım bunu. Boleyn Kızı kitabından alıntıydı sanırım. Tam olarak beni anlattığını düşünmüş ve gerçekten umut etmiştim. Umut ettiğim hiçbir şey gerçekleşmedi. Çok üzgünüm.

23 Temmuz 2014 Çarşamba

Ne güzel bir bebek var benim hayatımda. :)




                                             "-Nur Yağmur benim biraz işim var.
                                              +Ama ben kiminle oynayacağım ?
                                              -Biraz bekleyemez misin ?
                                              +Bekleyemeemm.
                                              -Neden ?
                                              +Çünkü seni seviyoyum."


21 Temmuz 2014 Pazartesi

Hiçbir şeyin bilincinde olmadan yaşamak ne kadar da harika. Zamanın akışını duydum. Ne garip ve acı bir andı. Ona kapılıp gitmek istedim, sonra da zaten yerimde kalamadığımı fark ettim. Ve hatta bir yerim olmadığını fark ettim. Farkındalığım arttı ! Düşünmekten yoruluyorum, belki de uzun zamandır okumadığımdandır bu yorulma hali. Kitapları özledim. Onlar da beni özlemiştir sanıyorum, umuyorum, sığınak bildiğim kitapların beni özlemiş olmasını umuyorum, insanlara dair bir umudum kalmadı. Bir şeyler soldu sanki. Çiçek de sayılmazdılar ama yine de renkliydi görüntüleri. Yeniden yeşerebilirler mi bilmiyorum. Yapmam gereken şeyler var.

Sessizce...

11 Temmuz 2014 Cuma



Daha da klişe olalım istiyorum. Yağmuru anlatmak yerine yağalım mesela. Akıp gidelim sevmediğimiz hayatlarımızdan. Her şeyin bambaşka olması mümkün.

4 Temmuz 2014 Cuma


                                                                                      Sonra bizi sonsuza dek terk etti...

30 Haziran 2014 Pazartesi

Sonra açtım o yüzünün dahi görünmediği fotoğrafa saatlerce baktım. Çünkü elleri vardı. Ellerini birer puta dönüştürüp cahiliye devrine dönmeyi düşledim.

26 Haziran 2014 Perşembe

Gereksiz sorgulamalar.

Tatil başladı, yapmak istediğim şeyler var ancak hiçbirini yapamıyorum neden ? Neden bomboşum, ben ne zaman anlam kazanacağım ?

"Garip ezgiler titreştirirken beni çevreleyen gecenin olağan ahengini pencereyi açıp şöyle dedim -Kök Tengriciliğe göre- yukarıda olana; çok mutsuzum !"


Deli gibi stencil çizim yapıyorum. Buna çizim demek ne kadar doğru bilemiyorum ama olsun. Zaman bir şekilde geçsin istemiyorum, yapmak istediklerim var ve verimli bir yaz olmalı bu. Hemen yarın başlamalıyım yapmak istediklerime, ancak bu cümleyi yazarken dahi içimdeki sorumsuz, tembel kişilik hayıflanıyor. Fotoğraf ne alaka ? Onu ben de bilmiyorum. Güzel cümleler kurmak istiyorum artık. Çok sıkıldım. Hiçbir şeyin değişeceği yok, kabullenmeliyim artık. Daha kaç yıl geçmeli ahmak benliğime bir şeyleri kabul ettirebilmem için ? Hala mutluluk isteğinde olmam örneğin, neden !? Kaç kere denedim bunu, ne kadar çaba harcadım, gerçekleşti mi ? Hayır ! Anlık sevinçler var yalnızca, bu kesin ama hala mutluluk diye bir kavramın varlığına inanıyor bir yanım. Varsa da bana gelmeyeceğine dair kelamlar ediyor bir diğer yanım. Ben kaç parçayım ? Kaça bölündüm ? Kendi kendime ne kadar zarar verdim,  kaç kez uyuştu bileklerim !? Ne çok cevapsız soru var. Bir de neyse ki, uyku diye bir varlık var. Beni burada bu düşük cümleleri kurmaktan alıkoyacak bir antidepresan niteliğindeki uyku var. 

Uyuyayım. Elimden daha fazlası gelmiyor nasılsa.

14 Haziran 2014 Cumartesi

Delirmeye doğru

Bir şairi şiiri bıraktığı gün tanımak. Hüzün, mide bulantısı, nem. Varlığından, yazdığından dahi haberdar olunmayan bir adamın şiiri bıraktığını öğrenmenin ardından sahip olunan berbat ruh hali. Nasıl bırakılabilir ki yazmak dedim, bu yaşamdan vazgeçmek gibi. Bu bir intihar ! Öncesinde canımın sıkkın olması da etken miydi, hayal kırıklığı yaşatan bir bölümün bana sunduğu ders notlarının da benzer ölçüde hayal kırıklığı olması. Ve hal böyleyken, benim hala intiharla ilgili bir konuda tez yazacak olma hayallerim. Cümle dahi kurmak istemediğim halde hala yazma adı altında zırvalamam. Sanırım bu yaptığım yazıya, yazmaya saygısızlık. Her seferinde yazıya sığınmak. Hayatında ciddi anlamda inanılmaz şeylerin oluşu ve yarım kalışı. Yarım kalışım ! Hep. Olabildiğince saçmalamak. Geriye dönüp yazdığın cümleyi okumamak. Onlarca yeni kitap satın almak, şiirlere sarılmak sonra. Aklına şiiri bırakan o adamın gelişi, mide bulantısı, hüzün. "Üzüntüden kusmak" ifadesi, olayı. İğrenç değil mi ? Değil. Sorgulanması gereken kavramlar var. İğrenç nedir, neden kusma gibi bir eylemden iğrenilir ? Dünyanın beni kusmasını istemem, durumu bu şekilde ifade etmem "intihar" kavramına bir hakaret mi ? Sefa Kaplan bir müntehir mi !? Ya da tümüyle intihar kavramı üzerinde durmak. İntihar kavramı üzerine çalışacağım. Dünya üzerinde bulunan en tahammül edilebilir kavramlardan biri olan intihar üzerine. Şiirler beni hiç bırakmasın yalvarırım. Daha fazla saçmalamayacağım.

Bir de, yalnızca "Cin Ali" çizebiliyor olmam, bunu benim çizmediğim anlamına gelmez. Okumak, yazmak ve karalamak, devam !


7 Haziran 2014 Cumartesi


"Ruhen ve bedenen tüketildiğini anladığında yapabileceği hiçbir şey yoktu. Bitmişti. Bitirilmişti. Boynuna urgan geçirmeyi reddeden yasa koyucularca ruhu paramparça edilmişti.
'En azından meşru bir ölüm.' diyerek gülümsedi hayata tutunmaya çalıştığı bileklerine onay çizgilerini atarken.
Bu da tamam, sıradaki ! diye devam etti ne idüğü belirsiz pes ses."

"Her yarım kalan, "Tamam" diye bitirecek konuşmasını. Bu hayata karşı bir tembellik gibi. Bir de hissizce izleyip duvarları müntehir şairlere ağlayacak. Tek sığınak onlar çünkü. Onlar ona en çok benzeyen."

2013

4 Mayıs 2014 Pazar

"İmkansız olmadığını bilsem, ah bir bilsem !" dedi.

"Durumumuzun mu" dediği duyuldu belirsiz bir sesin.

Hayır, diyerek devam etti.

Bizzat senin. Benim için bizzat senin.

2 Mayıs 2014 Cuma

Biraz Sago dinleyip kendimi kahredeyim.

Eski günlere özlem duyayım ve üzüleyim. Çünkü şu anda berbat derslerim yok, yalnızlığın ötesinde değilim falan (!). İnanılmaz derecede sıkılmaya devam ediyorum. Lisenin ilk yılı da böyle iğrenç geçmişti, umarım üniversite de yalnızca ilk yılının berbat olacağı bir kurumdur. Gerçi sorun üniversite de değil, yalnızca bahane arıyorum. Bir türlü alışamadığım dünyaya zihnimin gösterdiği tek tepki olan hüzne neden arıyorum. Buraya uygun değilim neden hala canlı olarak niteleniyorum ? Bu insanlardan değilim neden aralarında bulunuyor beden denen varlığım !? "Bir varlık devamlı hüzne ne kadar dayanabilir" konulu bir deneyin kobayı mıyım acaba. Hiçbir şey değişmiyor. Beni bu ahmak karanlığımdan aydınlığa çıkarabilecek hiçbir şey olmuyor. Olağanlıktan midem bulanıyor ! Ve nefret ediyorum kendimden insanlara umut bağladığım için. Yeterince neden yokmuş gibi bir de onlar için üzüldüğüm için. Ağlayarak yazdıklarımı ağlayarak okumuyorlar. Klişe bir varlık oldum. Klişe ifadeleri olan bir varlık.

Gerçekten çok üzgünüm.

27 Nisan 2014 Pazar

Amaçsızlıktan öleceğim. Kendime edinmeye çalıştığım her hobi, her hedef, nitelik vs. gölge gibi. Bomboşum. Hiçbirini benimseyemiyorum. Hiçbirine baktığımda kendimi göremiyorum. Kendimi artık hiçbir yerde ve şekilde göremiyorum. Kelimeler dahi yabancı geliyor. Ben yok oluyorum.

26 Nisan 2014 Cumartesi

Ölümü düşüneceğim yine.

İrade nedir, bizde neden bulunur, ne işe yarar ? Olmasa ve olsa isteklerimiz, ne olur ? Bu hayat neden hüzün temalı bir oyun gibi ? Sonsuz bir mutluluğa bürünmek ne kolayken şartlar neden tam tersinin olmasına neden olur ? Küfretmek istiyorum tümüne ! En başta da kendime. Hayal üreten zihnime, onları düşünen beynime, ahmakça hislerle sarmalanan kalbime falan. Etmeyeceğim ama hüzünlü bir sakinlik çöküyor üzerime, ölümü düşüneceğim yine.

24 Nisan 2014 Perşembe

Sanki beynimin etkisi olmadı da parmaklarım kendiliğinden yazdı gibi.

Kimsenin ilgisini çekmemek ne garip. Mutlu olmak, iyi hissetmek yahut hüzne bürünmek, tümü ne garip. Hala anlamlandırmakta güçlük çekiyorum olağanlıkları. Belli notalar tırmalıyor şu an beynimi, şarkıyı hiç sevmedim ama kapatmayacağım. Sabah erken uyanmalıyım ama uyumak istemiyorum. Bir de iyi hissettiğimde yazı yazamıyorum bunu fark ettim. Çünkü iyi hissetmek seni yeryüzünden birkaç karış yukarıya çıkarıyor ve altına bulutlardan bir halı seriyor. Mutluyuumm, çok mutluyuumm diye geziniyorsun hatta ortada. Bu da oldukça garip. Merak edilmemek de garip. Umursanmamak. Onca insanın içinde gezindiğin halde içinde düzenlenen cenaze törenlerinden kimsenin haberdar olmaması. Duyduğun ölüm kokusunu kimsenin duymuyor olması. Bunun yerine herkesin yüzüne takılı bulunan bir gülümseme hatta kahkaha maskesi göze çarpıyor. Tümü ahmak. Öyle. Dilediğim insana dilediğim damgayı vurabilirim. Çünkü ben kimsenin varlığından haberdar olmadığı katil bir diktatörüm. Her gün halkım olmalarından iğrendiğim insanları öldürme planları yapıyorum. Ah bir de entelektüeldim yalnızca kitap okuyan, fotoğraf çeken ve gitar çalan(?) ama poğaça yaptım. Ama tuzsuz oldu. Beceremiyorum hiç bu yiyecek madde yapım işlerini. Gitar çalmaya başladım ! Gitar çalmak şimdiden bana sol elimdeki yüzük ve orta parmak uçlarımın uyuşukluğunu armağan etti. Sevdiğim bir eylem oldu ama devam edeceğim.

Şu an birden gözümün "mutlu" kelimesine takılması ardından içimde bir sızı duydum. Şu anda mutlu olmak istemiyorum. Mutlu olmak istememek nedir bilirsiniz hayattan en büyük isteği mutluluk olan bir insan için.

Beni iyi hissettiren bir şey var. Şu an dinlediğim şarkının her bir kelimesinin, notasının ruhuma vurduğu darbelerin bundan birkaç yıl sonra umurumda olmayacak olması. Bu çok güzel. Zaman çok güzel bir kavram. Zaman belki de bu dünyaya tahammül edebilmemiz için her birimize sunulmuş doğal bir antidepresan. Ve bir de ölüm var ki o, gerçek kurtuluş olacak. Elbette kurtuluş niteliğinde olabilmesi için çaba harcıyorum. Bu dünyaya dair pek bir beklentim yok. Nihayetinde burada en fazla 60-70 yıl acı çekebilmemiz için süremiz var. Yalnızca acı çekebilmemiz için ! Çünkü an için gerçekleşen mutluluklar anı halini aldığında insana yine acı veriyor. Ben sonrasını, sonsuzluğu istiyorum. Bu dünyaya da katlanabilmemi sağlayan tek düşünce bu. Başka hiçbir şey değil.

Bir de şuna karar verdim, bir daha asla kimseyle gerçekleşmeyeceğine emin olduğum hayallerimi paylaşmayacağım. Onlar benim kendi içsel tarihime gömülmeli ki, beni şu an olduğu gibi melankoliden bir bataklığa saplamasın.

Ne garip bir dünya.

7 Nisan 2014 Pazartesi

Ne var biliyor musun

Onüç Günün Mektupları'nı Cemal Süreya yazmamış olsaydı, sen yazardın.

6 Nisan 2014 Pazar

Ne harika bir şarkı !

Özellikle şu kısmı:

"Hey love, stay the fuck out of my home
I've told you a thousand times
'Cause my brain tells me you're dangerous, and my belly says
You're just too hard to find"

Moddi-Smoke

4 Nisan 2014 Cuma

Eski yazıları okumak ne eğlenceli oluyor yahu. :)

Kırmızı reçetelerin dahi etkisiz olduğu herhangi bir vaktin temennisidir bu.
..
Benim için de tekrarlayın Joseph Henry Green.

Biraz da reçetelerin rengi kızıla çalsın
Yalnız fecre şayan değildir
birkaç damla
kan
En çok kime yakışırdı
bilmem
İntihar...
Ölüm için en şuh seramoni.
Az biraz da çakırkeyfse kişi,
Siz bilmeyin ne yazar !
Bilmeyin..
ne yazar !

İyiydi o iyi.
Asımlık bir urgan kadar.

                                                        ...

Kalbimin çehresinde gezinen yeşil ayakkabılı balerinlerin gözlerindeki korkuya sebep
neydi ? Peşlerinden koşturan doktorlar mı vardı, bu kadar ağır olmaz bir balerin kızım
siz önce bırakıp Medice, cura te ipsum deyişlerinizi, hemen terk edin bedenimin yakınlarını.
Evet o gün uyanmıştım, hatta mutluydum. Ama hangi gündü hatırlamıyorum. Hiç görmediğim
yaşamadığım bilmediğim bir gün. Bir gün var biliyorum, benim olacak !
Uyanmıştım da, şekerlenen bir çilek reçelinin olduğu herhangi bir gün nasıl iyi
geçebilirdi ki, yani suç bende değil reçelde. Onu ekmeğe süreceğim ! Uzak ülkelerdeki
ekmeklere... Kısa bir sürgün hayatının ardından giyotinin biriyle ensesine hafif bir
dokunuşta bulunacağım, yo ben öldüremem... Yanlışlık olacak. Yanılmışım diyeceğim,
kağıt sanmıştım. O kadar düz ve naifti ki. Bıraksalar roman yazabilirdim vücudunun
tüm uzuvlarına. Elleri vardı, uzun ve ince parmakları. Gördüm. Sımsıkıydı yumrukları,
yüzüne bakamazdım elbette, ellerine baktım ben de. Elleri uzun ve ince. Gözleri maviydi
belki, siyah. Saçları dalgalı ya da düz önemli değil, elleri uzun ve ince.

                                                   ...

Gecesi ne kadar iyiyse, günü de o denli aydın olsun ! Tüm klişe
sözler aşkına -maktulü ben isem- katilim ardından da iyi bilirdik deyin. Ben biliyorum
çünkü şimdiden, tek amacı beni o çok sevdiğim gökyüzünün ötesine göndermek.
Gözleri daimi sansürlü adamların kısaltılmış adları adına yazıyorum
ben uzun uzun. Bir de okuru olmayan yazarlar adına.

                                                  ...

Neden diye bağırdığında, ilk kez hesap sorduğunda insanlığa,
bileklerinde bir çift sargı vardı adamın.

Ağladı birkaç katre.

Ve anladı.

Dünya onların.
Hayat onların.
Mezar onların.
Ölüm onların.
KURAL onların.

Ardından kaldırıp başını,

Uçuşurken onca kabul görmemiş dua yanı başında, tek bir şey söyledi.

Lokavtın zamanı gelmedi mi patron.

                                                   ...

Ve her şeyin ardından gece denen kevaşe toplamamışken eteklerini sabahın üzerinden ilk
gördüğüm adama şunu söyleyeceğim. Birkaç parça kızarmış ekmek ve biraz çilek reçeli daha.

                                                   ...

Ve siz bizim karanlığımızdan bihaber, pek saygıdeğer entelijansiya (!)
Tiksinmeyin bu kez, uçmadı başımda amerikan kelebekleri
Boyanmadım neşe pudrasına, paspal dahi bulamadım
Yalnızca uykum var, uyuyorum.. Tüm kurallarınıza.

                                                  ...

2 Nisan 2014 Çarşamba

Artık yazmama dahi izin vermeyen bir hüzün. Harflere dokunacak olan ellerimin güçsüzlüğüne, az yukarısında bulunan kısımlar üzerinde gezinmek üzere koşturan kesici aletler. Bir de içimde ölen ne varsa, ki en başta yaşama isteği geliyor, onların yok oluşuna eşlik etmek üzere var olan güzel şarkılar. Paramparça oluşum ardından iğrenerek bakan onca insanı tebrik niteliğinde. Suçsuz olduklarını da söyle onlara. Kimsenin hiçbir suçu yok. Yalnızca eksik bir şeyler var. Onların eksikliği hayatı temelinden sarsıyor. Ve ben bu sarsıntılara daha ne kadar katlanabileceğimi bilmiyorum.

31 Mart 2014 Pazartesi

Kar yağdı kar, hülooğğ !

En son buna yakın bir tarihte kar yağışı 10 yıl önce olmuştu. 04.04.04'te. Çok güzel varlıktır kar. Müthiş bir huzur ve sükûnet oluşturur. Tabii bir de mutluluktur ! :)

Ek:Cemal Süreya'mın kendi deyişiyle bin defa okuduğu, başkaları da okusun ezberlesin diye arkadaşlarının defterlerine yazdığı Ahmet Muhip Dıranas şiiridir.

29 Mart 2014 Cumartesi

KENDİMDEN İĞRENİYORUM !

Sonuç.

Bu kadarı yeterli.

Bilmiyorum hiç üzüntüden kustunuz mu ?

Gerçek ne varsa
Dolanıp boynuna evrenin
Saykodelik bir atmosfer yaratıyor
Tüm ölümlülerin şerrine.
Yaşamı görüyorlar sonra
Ölüme düşeyazarken

Tümünün dışındasın sen,
Uzakta
Pembe bir deniz ve gökyüzü arasında
Bana gülümsüyorsun.
Aşina bir mavilik dahi aramıyorum
Sen oradasın
Ve
Tanıdık kılıyorsun tüm
Yabancı bulunabilecekleri.

Ya sen gülümseyeceksin,
Oralarda bir yerlerde
Ya da
Bileklerini arpleriyle aşındırıp melekler
Kızıl bir kimsesizliğe bürüyecekler beni

Ben çocuksam ve kötüyse dünya,
Eminim buna izin vermeyeceğinden.
Şiirlerinden koparıp tüm dizeleri,
Tenime kazıyorum.
Aralarından vardır değil mi,
Okuyup derin bir nefes aldığın ?

Çünkü
Duyuyorum,
Senin soluğun olmalı bu,
Titreten içimi.

Bilmiyorum hiç üzüntüden kustunuz mu
Umurumda da değil zaten.
Sen
Gitme-sen ?

28 Mart 2014 Cuma

"Alışırım seni yalnız düşlerde okşamaya, bunun verdiği mutluluk da az değil ki"

Biri bana ders çalıştırsın yalvarırım. Ya da beni bir odaya kilitlesin ve odada ilgilenecek yalnızca ders notları bulunsun. Ders çalışmaya başlayamıyorum. Vizelere bir hafta kaldı. :(

Başlıkla çok ilgisiz bir başlangıç oldu tabii. Ancak günlüğümsü bir blog olduğundan bu, böyle notlar düşmekte sakınca görmüyorum. Başlıktaki muhteşem dizeler malum, Cemal Süreya'ma ait. Gerçekliğini deneyimledim. Bir de şiir okuma çalışmaları yapmaya başladım arkadaşımın ısrarıyla. Dinlettiğim kişiler beğendi, ancak bu beğeninin sebebi arkadaşlık kavramı da olabilir. Ben hala güvenmiyorum bu konuda kendime. Onları sessizce okumak daha güzel.

Ama duyulması gerekenler var.

"XXIV
bir masal
bir taş ağırlığında olabilir mi ?
olurmuş meğer.

birlikte bir masala inanmak istedim
ben seninle, sadece bu.
sen beni tek
tek
tek
bıraktın.

benim artık taş taşıyacak,
taş kaldıracak, taş atacak
halim mi var !"


Birhan Keskin

25 Mart 2014 Salı

Merhaba hastalık ve sevimli ötesi su torbaları ! :) Kitap boyutunda, minicikler. Hastalık elbette gülümseten bir kavram değil, benim için hiç hatta. Zira bu sabah mirasımı açıklıyordum. Direkt "ölüyoruum" moduna geçiyorum. Madem fotoğrafta var, Nietzsche üzerine birkaç kelam edeyim. Kendisini çok çok severim. Fikirlerine, düşüncelerine, yaşantısına hayranlık duyarım ve birçoğuna katılırım. Ancak elbette ayrı düştüğümüz noktalar var. Bu kitapta kendisinin şiirleri bulunuyor ve oldukça hoşlar.

Çok tembelim bir de bu aralar. Yapmam gereken hiçbir şeyi yapmıyorum. En kısa sürede bu halin geçmesi, değişmesi gerek. Bu blogta da en çok zikrettiğim kavramlardan biri değişim herhalde, sürekli bir şeylerin değişmesini istiyorum. Ama değişiyor mu ? Belirsiz.

22 Mart 2014 Cumartesi

Kaan Boşnak-Yorgunum ve Ağrılar

Ama bu şarkı. Yüksek bir binadan düşmek. Ahh Kaan İnce'm ! İnternet üzerinden mezarlık sisteminde kendisini bulamayacağımı düşünmüştüm. Ancak birkaç bilgiyle birlikte ulaştım ona. Ölüm nedenine "yüksekten düşme" yazıyordu. Olduğum yerde kaldım. Gözlerim doldu. İçim acıdı. Orada oldum. O pencerenin hemen karşısındaki kanepede. O şekilde hayal ediyorum ben Ümit Oteli'nin Kaan İnce'me son durak olan odasını. Pencerenin hemen karşısında bir kanepe var, yanındaysa bir yatak. O kanepede oturup ölümü düşlüyor. Ve lanet olsun ki ona hayır diyebilecek bir ben henüz dünyada bile değil.

Gerçi kime ne yararım dokundu ki benim. Kimi döndürebilirim o berbat yoldan ? Bana düşen yalnızca vicdan azabının içimde oluşturduğu yangını gözyaşlarımla söndürmeye çalışmak olacak. Çok üzgünüm. Gerçekten çok. Her şey daha farklı olabilirdi, küçücük şeyler değişik olsaydı. Minicik detaylar.

Olmadı.
Olmayacak.

Mutsuz bir şekilde yaşayıp öleceğim, bu.

Ne acı bir vazgeçişti o...

Raymalı Ağanın sahip olduğu... Anlatıldığında basitleşiyor, Gün Olur Asra Bedel kitabından okunup hissedilmeli.

Panayırda beni bekleme Begimay...

12 Azize'ye 12 Ağıt

Mükemmel bir kitap ! Yazarını tanımadan, kitap hakkında hiçbir fikir sahibi olmadan aldım ve çok çok sevdim. Müthiş ifadeler barındırıyor. Örneklendireyim:

"Kalabalıkların esiri  olma demedi mi sana ? Beni kaybettiğinde aramaya çalışma, sen bir yoldan giderken ben diğerinden geliyor olabilirim belki. Zaman çok hızlı, onu yakalamaya çalışma. Beni, benim seni sevdiğimin milyonda biri kadar seviyorsan bizi salt akılla kavramaya çalışma, dediği gibi inanmakla yetin..."

"...yangından çocuğunu kurtaran bir anne gibi sıkıca sarıldı bana. Beni sevgisiyle boğmak, olabilecek en sıkı şekilde sarılıp sıkarak öldürmek -sonradan en acı şekilde anlayacağım gibi kendisiyle götürmek- istiyordu. 'Seni her yere götürmek istiyorum' diye kekeledi..."

"O benim ruh arkeoloğum, kalp terbiyecimdi."

"Bir gün seni yeteri kadar önemsemeyen insanları üzmek için ölmek bile isteyeceksin !"

"Uyku bütün dünyevi hazlardan çok daha fazla sarhoş ediciydi."

"Bana sakın 'Davan ne peki ?" diye sorma çünkü ben de onu arıyorum. Ben kesinlikle bir devrimci değilim, yalnızca bir asiyim; bir estetik bağımlısı, beni boyunduruğu altına almaya çalışan çapulcu vasatlığa karşı her yolu mubah sayan pastoral bir gerilla !"

"Hayatın kaynağında debelenen ötekinim senin. Hadi elimi tut da başka bir yere gidelim, her yer buradan daha az kötüdür."

Kitabın henüz yarısını okumuş olmama rağmen birçok cümlenin altını çizdim. Evet altını çizdim ! İlk kez bir kitabı okurken cümlelerin altını çiziyorum. Güzel adamlar kervanıma katıldın Ali Ece, harikuladesin !

İki üç dakikalık ara için şirinli not defteri fazlasıyla güzel bir ayraç olmuş. :)

18 Mart 2014 Salı

Başı sonu belirsiz bir yazı daha

Sorun şu ki somut varlıklara ulaşmak insanı yeterince mutlu etmiyor. Şöyle örneklendireceğim. Profesyonel fotoğraf makinesini deli gibi istiyordum, alınca mutluluğu 2 gün sürmedi. Yine gitar çalmak yıllardır hayalimdi, gitarı aldım cumartesi kurs başlıyor ama bende zerre heyecan, sevinç yok. Ve Onüç Günün Mektupları... Aylardır basımı yapılsın diye bekliyordum, kendim ayrı aradım arkadaşlarıma ayrı arattım, şubatta yapılmış yeni baskısı arkadaşım da sürpriz yapıp onu bana almış. Ama bunun beni mutlu etmesi gerekmez miydi, neden olmadı. Eksik olan nedir bir anlayabilsem !! Vizeler başlıyor yakında, ders çalışmam gerek ancak tahmin edileceği üzere ben ders de çalışmıyorum. Kendim kadar amaçsız bir insan daha görmedim.

"Milât" ne hoş bir isim. Ama elbette Kaan kadar değil. Edinebildiğim tek arkadaşımla kampüs içinde gereksiz bir yürüyüş yaparken gökyüzüne bakıp "ölmek için ne güzel bir gün değil mi" dedim ve "aynen" diye onayladı. Sonra fazlasıyla güldük tabii. Onunla hiçbir ortak yanımız yok. Birbirimize az da olsa benziyor olsaydık gülmezdik bu onaydan sonra. Şöyle bir dönüp göz göze gelir, ardından toprağı hissedercesine yere çevirirdik bakışlarımızı. Onun bir arkadaşı var, dolaylı olarak biz de arkadaş olduk tabii. Bugün çıkışta konu nasıl oldu bilmiyorum ama intihara geldi. İlgi alanım olduğundan konuşmaya başladım tabii, ancak sonu "intihar etmeyin !"e varan bir konuşma oldu. Öyle olması gerekti. İntihar kavramının ciddiyetinden bihaber insanlar onlar. Yine sınıfta yazı yazdığımı gören bir arkadaşımsı, ne yazdığımı neyle ilgili yazdığımı genel anlamda temalarımı vs. sordu. İntihardan ve müntehirlerden bahsettim. Gözleri büyüdü. Hayır hayır intihar etmeyeceğim tabii diyerek geçiştirdim. Bilemiyorum çok çok farklı bir kavram. Daha derinlemesine ele alacağım onu.

Edebiyat bölümüne katlanmamı sağlayan hocam ! Hatta zaman zaman Hacettepe'ye gitmeli miydim diye düşündüğümde ama o zaman onu tanıyamazdım diyerek burada kalmamı iyi ki'yle bezeyen bir insan o. Bugün sorularına cevap verdim, mutluluk bu. Hem de sorular çok alakasız.

-Aranızda Güzin Dino'yu tanıyan var mı ?
-Abidin Dino'nun eşi.
-Peki Abidin Dino'yu tanıyan var mı ?
Arkadan saçma sapan bir kız radyocu diye seslenir, bildiğin cahil sınıf.
-Ressam.

Vs. vs.

Sonra Abelard ve Heloise ile ilgili...

-Aranızda Abelard ve Heloise'i bilen var mı ?
-Evet hocam siz bahsetmiştiniz.
-Merak edip okuyan var mı ?
-Ben okudum.
-Beğendiniz mi güzel miydi ?
Burada anlamsız şekilde el yanağa koyulur ve "Çok !" diye yanıtlanır.
-Aşk hikayesi dediğin öyle olur

mu ne gibisinden bir cümle kurdu sonra.

Kendisinin ilk cevap verdiğim sorusunu dahi hatırlıyorum.

-Deist nedir bilen var mı ?
-Tanrıya inanan ama dinlere inanmayan.
-Tanrıya inanan ama dinlere inanmayan diye yinelemişti. Ne saadet ! :)

Ah tabii zirve ismimi sorması olmuştu. Bir konuyla ilgili tek makaleyi benim okumam sebebiyle.


Büyük, kocaman bir hayranlık bu. Günün birinde kendisine de ifade edeceğim bunu ama ne zaman bilmiyorum. Kendisine olan hayranlığım ilk dersinden başladı. İşte burası üniversite, o da hoca diye düşünmüştüm. Bunun dışında bu kavramları bana düşündüren pek bir şey olmadı zaten.

Ve bir sorun var. Edebiyat anlamında kendimizi hiç mi hiç gösteremedik şimdiye kadar derslerde. Kocaeli'de okuyan arkadaşıma ödev olarak makale yazmalarını söylemişler. Biz henüz kompozisyon bile yazmadık. Artık gerçek anlamda edebiyat öğrencisi olduğumuzu hissettirseler fena olmaz. O hocam her hafta ödev verebilir mesela bana. Bir kitap okuyup hakkında yazı yazabilirim. O da hiç okumadan çöpe atabilir, umurumda olmaz ki, nihayetinde benden bir şey yapmamı istemiş olur. Aslında bu hayranlığımın azalmış hali. İlk günleri hatırlamak dahi istemiyorum.

Eveet bunun dışında hayat her zamanki gibi sıkıcı, garip bir hüzün tarafından sarmalanmış durumdayım. Yazı yazmam gerek. Bir hikaye. Yarışmaya katılacağım. :) Yine canım bir hastalıklı karakterim var, ismi dahi yok henüz ama olsun. Ancak ölümü çoktan şekillendi aklımda, overdose ve birkaç damla kırmızı olacak. Bu olaylar kurgusal olarak inanılmaz. Geçenlerde de bir arkadaşımla buna benzer bir şey üzerine konuştuk. Yakılmak üzerine. Kurgusal olarak harikulade bir imge olduğunu söyledim. "Yanmak ve boğulmak işte benim ayinim" dedim ama gerçek olma ihtimali berbat. Ölü dahi olsan, krematoryumlara benim hastalıklı hikaye karakterlerim ilgi duyuyor ama benim kendi hastalıklı karakterim hayır. Ah bir de kanamak eylemi var ki, o da soyutça müthiş durumlardandır. Ancak somut halini istemem, acıtmasın kimse tenini ruhu yeterince acıyorken.

Onüç Günün Mektupları'nın mutlu etmediğini söyledim ancak yanlış ifade. Asıl söylenmesi gereken beklenen mutluluğu vermedi. Bunun yanında belli bir miktar iyi hissettirme etkisi oldu ancak okurken bazı noktalar nedeniyle hüzünlendim.

Yaşasın güzel şarkılar !

Ve yaşasın yalnızlık ! :) Kabullenmek, alışmak güzel kavramlar. Özellikle alışmak, harikadır ! Bunun yanında vazgeçmek ve umursamamak gelir ki, daha hoş bir geliş olamazdı. Madem bir hal geçmiyor, ona alışmalıyım.

Aslında böyle iyi hissetmemin sebebi yarın erken uyanmayacak olmam. Elbette ve elbette yaşasın uyku ! Dünya üzerindeki en mükemmel uyuşturucu madde.

Ve sanırım ben bir bağımlıyım. :)

13 Mart 2014 Perşembe

"...Suyun beni tüm ağırlığımdan kurtardığını hissedebiliyordum. O kendine has kokusuyla bedenimi saran suyun üzerinde kuş tüyü gibi uzanmışken, dünya üzerinde yalnızca ben, deniz ve gökyüzü kalmışken birden  sen belirdin yanımda. Ağırlaştığını hissettim düşüncelerimin, başım suyun içine doğru batmaya, denizin mezarlık olduğu insanların çığlıklarına doğru yaklaşmaya başladı. Gülümsüyordun. Bense gözlerimin üzerinde ince bir su tabakası, belli belirsiz suya çarpan güneşle birlikte sana bakıyordum. Beni kucaklayıp su yüzüne çıkardın. Yüzünün yanında bir yerlere. Bu kez tüm ağırlığımdan gerçek anlamda kurtulmuştum. Bu suyun, toprağın yahut başka bir varlığın sunabileceği bir hafiflik hissi değildi. Bu sendin ! Zaman durmuş gibiydi, kulağımda onca güzel şarkı -tümü senin sesinden !- yeryüzünde bu kez yalnızca sen, ben ve deniz kalmıştık. Ardından uyandım, gri bir geceye ölüm gibi bir yatakta. Sırtüstü, bu kez evrenin tüm ağırlığını duyarak bedenimde, uzandım ve yatak örtüsünü tıpkı bir ölü gibi başıma doğru çektim. Hayalgücünün gereksizliği üzerine düşündüm, bilinçaltının ne ütopik tablolar çizebilen ahmak bir ressam olduğunu, rüyaların yalnızca bize gerçekte olamayacak şeyleri üzülmemiz için gösterdiğini ve daha bir sürü şeyi düşündüm. Uykunun gelip o düşünceleri kül etmesini bekledim ancak o dahi ürktü onlardan sanırım, gelmedi. Saat 05:00 günün en renksiz ve boğucu saati. Kalktım. Omuzlarıma siyah bir şal alıp çıplak ayaklarımla merdivenleri indim. Gece yağmur yağmıştı ve ıslak bir hava vardı dışarıda. Soludum. Son olmasını umarak. Bahçede ilerleyip kendimi toprağın üzerine bıraktım. Yeryüzünde bu kez toprak gökyüzü ve ben vardım. Bazı rüyalar gerçek olabilseydi diye geçirdim içimden. Kahverengi üzerinde, oldukça koyu bir kahverengi, birkaç damla kırmızı nasıl durur diye düşünmeye başladım. Ve saçlarımı jiletle kessem nasıl olabileceğini. Denedim. Berbat olmuştur eminim dedim kendi kendime. Hayal et. Saçlarının yarısı kesilmiş, elinde bir jiletle toprak üzerinde uzanan bir kız. Simsiyah da bir örtü var üzerinde. Ya da boşver, umursanacak biri değil o. Kahverengi üzerinde kırmızının nasıl durduğunu da öğrenemedi. Susuyor şimdi.

Sussun !"

12 Mart 2014 Çarşamba

Elbette uykusuz bir geceden daha merhabalar. Somut onca can sıkıcı neden varken tümünü yok sayarak soyut olanlara, olması gerektiği halde olmayanlara, imkansızlıklara, yeryüzündeki şu kısacık vakti mutluluğun varlığına inanarak geçirebileceğimiz şartların asla gerçekleşemeyeceğine dair düşünüyorum. Güzel filmler, kitaplar, şarkılar hiçbiri umurumda değil şu anda. Şiirler dahil. Çünkü tümü zihnimle birlikte toprak olacak kısa süre sonra. Ne acı bu. Ne acı dünyanın bu denli ahmak bir yer olması. Nasıl katlanacağız ki bu şekilde. Yazım kurallarını da es geçiyorum artık. Hiçbir şeyin önemi yok. Mutlu değilim. Mutluluk kavramını tümüyle hayatımdan çıkarmayı denedim. Olmadı. Onun bulutsu bir his olduğunu dahi düşündüm zaman zaman. Duydum. Ama onu duymak için istediklerimiz dünyada en olamayacak şeyler ! Bu böyle ve ben bu durumda nasıl gölgemi kaldırım taşları üzerinde yıpratabileceğimi bilmiyorum. Gerçekten bilmiyorum. Bilmeden mi oluyor, olacak bu hayatta kalım. Yaşayabilmenin tek yolu belki de hayalgücünü öldürmektir. Çünkü o renkli bir fırça gibi boyuyor gri zihnimi uyumadan önce ve uyandığımda uyanmış olmama hiçbir neden bulamıyorum.

Yalnızlıktan ölebilir miyim artık !

"There's two of us in here" kısmını neden bu kadar güzel söylüyor bilmiyorum ama bana yumuşak bir küfür gibi geldi.

10 Mart 2014 Pazartesi

2 haftadır toplamda 4 gün olan okuluma yalnızca 2 gün gidiyorum ve korkarım alışkanlık halini aldı, okula gitmek istemiyorum ! :( Ben geceleri uyuyarak geçirmek istemiyorum, buna göre bir program hazırlayamazlar mı ? Yahut yalnızca sevdiğim derslerden oluşan bir program. Zaten objektif olarak bakan bir insan da bana gerekli olan derslerin yalnızca onlar olduğunu görecektir. Bunun yanında hikaye yazmalıyım ! Ciddi anlamda yazı yazmayalı uzun zaman oldu. Düzenleyen biri olmayınca tamamlanmamış gibi geliyor zaten, sinir bozucu. Çok sıkılıyorum ! Kitap okuyacağım uyumadan önce, ki o uyku sanırım 3-4 gibi gelecek. O kadar zamanı boşa geçirmemek gerek. Sabah 8'de uyanmak çok da kötü değil, ancak olmuyor en az 12 olmalı uyanma saatim ki sağlıklı bir gün geçirebileyim. Gerçi bu sağlıklı kısmı sorgulanır, zira yine uykusuz hissediyorum. Ben uykusuzluğa mahkumum galiba. Ne sıkıcı bir dünya burası. Burayı iyi kılan ne varsa yavaş yavaş uzaklaşıyor benden. Güzel şarkılar dahi. Şiirler sonra... Uzun zamandır şiir kitaplarına da sarılmadım galiba. Yarım yamalak sahip olduğum, beni buraya bağlayan ne varsa bırakıyor beni. Yahut ben onları. İstemsiz oluyor ama kime anlatabilirim bunu !?

Özetle şunu demek istiyorum:

Kül olmaktan bahsediyorum Ivan, parmak uçlarından başlayarak ve duyarak kendi etinin kokusunu. İşte hayatın özeti bu.

Somutlamak gerekirse

6 Mart 2014 Perşembe

Ölünsün artık mutsuzluktan !

Ya da yalnızlıktan yahut uykusuzluktan. Kendime işkence etmek istiyorum o nedenle erken uyanacağım halde uyumuyorum. Uykusuzluk güzel bir hal, rüya gibi olduğunda daha bir çekilebilir oluyor gündelik hayat. Belirsiz olsun her şey, anlama çabasından sıkıldım. Yapmak istediğim şeyler var ancak onlara başlamak için kendimde güç bulamıyorum. Bir şeyler eksik ve tamamlanmıyor oluşu, oluşum, beni devamlı ölüm düşüncesine itiyor. Kurgu basit, burada mutlu değilsen başka bir yere gitmek istersin. Ölümü düşünmem intihara meyyal olma durumu değil ama. İntihar kavramı üzerinde fazlasıyla durup düşündükten sonra ona kesinlikle sahip olmak istemediğimi anladım. Her şey olağan, olmaması gerektiği gibi. Bir şeyler değişsin artık.

18 Şubat 2014 Salı

Çok garip bir hüzün duyuyorum, kırıcı bir melankoli bu. Hiçbir şey olmadığı halde hem de. Daha bugün bundan sonra tümüyle farklı düşüneceğime, hissedeceğime dair sözler verdim kendime. Mutluluğa ulaşmanın çok basit bir yolunu dahi buldum. Ama anlık melankoli dalgalarına karşı koyamayacağım galiba.

Bir de:
                                                                                                                                            17.02.14
"Karanlığı soluyorum, kandan nehirler akıyor dikenli yalnızlığın oluklarından. Kül rengi bir güneş doğuyor ve selamlıyor anlamsız bir seremoniyle karanlığı. Bu böyle olmamalı biliyorum. Bu sarp kayalıklarda, rüzgarın dahi tenimi acıttığı bu yerde, insanlardan uzak bu uçurumda olmamalıyım biliyorum. Daha ne kadar canlılık belirtisi gösterebilirim bu şekilde ? Bak zincirlerim yok bileklerimde, onun yerine hayalî jiletler arşınlıyor bedenimi ve yaşamanın sızısını duyuyorum iliklerimden öte."
Ah Kaan...

14 Şubat 2014 Cuma

12 Şubat 2014 Çarşamba

Ben rapçi olacaktım ama !

2007 Sagopa ismiyle tanışmam, o yılı yeniden doğuşum olarak nitelendirmem falan. Tamam çocukça ama hoş şeylerdi, kendisine duyduğum hayranlığın haddi hesabı yoktu. Aşktı, ötesiydi ! Aynı havayı soluduğum için mutlu olurdum o derece. 2010'da, 5 Aralık 2010 konserinin iptali ardından birkaç yıllık uzaklaşmanın ardından yeniden dinliyorum kendisini ve elbette dinlediğim dönemlerdeki hayatım, isteklerim vs. canlanıyor gözümde. Ben rapçi olacaktım ! 9. sınıf hocalar tanıma amacıyla sınıfa istedikleri meslekleri sorar, doktor avukat mükendis öğretmen vs. vs. onca meslek uçuşur havada ancak biri ayrılır onlardan. Ben rapçi olacağım ! Olacaktım, çok istiyordum. Liriklerim vardı bir sürü. Bir dosyada duruyorlar hala, şimdi komik buluyorum elbette o yazdıklarımı. Melankoli, battle, diss tümü var. Öyle ki bir arkadaşımla dissleşmiştik ve sonuç kavgaya kadar varmıştı. İnternet üzerinden yarışmalara katılırdım, ki birçoğu birincilikle sonuçlanırdı. O zamanlar bir felsefe belirlemiştim kendime, ben birinci olmak için doğmuşum ! İlkokuldaki 3 yıllık tiyatro serüveninin ardından edindiğim felsefe gibi, ben dünyaya alkışlanmak için gelmişim ! Küçümsemiyorum o düşüncelerimi, bilakis ben aslında o düşüncelere sahip olması gereken bir insanım. Ego olarak nitelenebilir bu halim bilmiyorum. Ama kimseye karşı büyük olma çabası değil benimki, tamamen kendime karşı. Tüm sorunum da kendimle ya zaten. Ben dünyaya birinci olmak için gelmişim felsefemi destekler nitelikte yarışma dereceleri aldım ilerleyen dönemde. Rapçilik isteğinin yerini şimdi yazarlık düşüncesi aldı. Bir yandan rape ara vermenin iyi olduğunu düşünüyorum çünkü şiirlerin aşkını tadabildim. Ama rap, bilmiyorum içimi acıtıyor, gerçekten çok istiyordum, küçük bir istek değildi bu onunla uyuyup onunla uyanıyordum herkes rapçi olarak tanıyor öyle hitap ediyordu. İngilizce dersinde kendimizi anlatıyorduk örneğin, rapçi olacağım demiştim ve şarkı söylememi istemişti hoca. O atmosferi nasıl unutabilirim ? Rapin kelime dağarcığı anlamında da bana kattıklarını yadsıyamam. Sagopa Kajmer güzel bir pınar. Rap, Arapça-Farsça kelimelere duyulan ilgi ve ardından Divan Edebiyatı aşkı geldi. Kitapların sonlarındaki sözlükleri okuyacak, onları kendim ayrı bir arşiv yapacak kadar çok sevdim kelimeleri. Eski Türkçe olarak bilinen kelimeleri. Onlardan şiirler yazdım, hocalarıma okuttum, verdikleri tepkilerden çok hoşnut kaldım. Hatta çok çok sevdiğim bir hocanın beni fark etmesini de sağladı belki de bu. Demişti ki, "Sonunda Divan Edebiyatına ilgi duyan kafama göre bir öğrenci bulabildim !" Ardından o hocayla abi kardeş gibi, dost gibi yaptığımız uzun sohbetlerimiz oldu, çok güzel çalışmalar yaptık metinler yazdık, yazma konusunda kendinden ileri gittiğimi ileri sürerdi hep. Çok güzel bir adamdır, güzel adamları çok severim ! Edebiyatla ilgili olmaktan çok memnunum ama güçsüzce bağlıyım sanki ona. Bağ güçsüz değil, hislerim öyle. Rapçi olacağım derken duyduğum özgüven yok mesela. Koca koca salonlarda metinler okurken oraya ait hissetmiyordum. Ödül törenlerinde ölümü düşlüyordum. Garipti. Artık mutluluğu kendime yakıştıramıyor muydum ? Sanırım evet. Çünkü ne zaman mutluluktan gözyaşı dökecek hale gelsem o hali geçirebilmek için elimden geleni yapıyordum. Bunun bir nedeni de heyecan hissi sanırım. Nefret ederim heyecanlanmaktan !

Rap diyordum, rap... Hep bir yara olarak kalacak galiba. Olur da günün birinde yazar diye anılmaya başlarsam bunu itiraf edeceğim !