30 Aralık 2015 Çarşamba

Derin bir soluk aldı. İçinde okyanuslar okyanuslar okyanuslar. Okuduğu kitabı bir kenara bıraktı. Tavanı kaldırdı gözüyle göğün arasından. Yıldızlar arasında dolaşmaya başladı. Belki yıldızın birinde bakışları karşılaşırdı. Onunla... Ondan bahsetmek istemiyor. Bazen gerçek bir masal aleminde yaşadığına inanırdı. Gökyüzünü dahi insanın buna inanmasına kafi bulurdu. Buldu. Bir masalda addetti kendini ve mutlu oldu. İnsanın mutlu olması ne kolaydı. İnanmak yetiyordu. Yerinden doğrulup telefonuna yöneldi. Mutluluğunu onunla paylaşacak gibi oldu. O yoktu. Bir numarası, bir adresi... Onu düşünmek istemiyordu. Saate baktı. Üzerini giyinip dışarı çıktı. Deniz kenarına yürüdü. Gözlerinin ağırlığı adımlarını da ağırlaştırıyordu. Evden deniz kenarına varması on dakikaydı, o vardığında 40 dakika olmuştu. Yakamozları selamlayıp kumların mahremiyetini hiçe sayarak aralarına kıvrıldı. Birkaç kum tanesi buna bir hayli kırıldı. Ancak bilirlerdi ki bir kum tanesinin kırılması bu dünya üzerinde bir kum tanesi kadar değerli değildi. İnsan farklı mıydı bundan? Düşündü. Değildi. Bir kum tanesine sarılmak istedi o gece, binlercesi beraberinde geldi. İnsanlar gelir miydi? Gelmezdi. Uyudu. Uyudu mu? Uyandığında yatağındaydı, uyumamıştı. Okyanuslar boşaldı içinden. Aldığı saniyelik soluğu kumla karışık bir saatte verdi.

Kum saati düştü elinden, zaman paramparça oldu. Önemi yoktu. O yoktu. O hiç olmamıştı. Bir numarası, adresi... Onu yaşamak istemiyordu. Oydu.

Güzel günler görüyoruz çocuklar, harika günler! :)


26 Aralık 2015 Cumartesi

Bu aralar pek bir sever oldum fotoğraf çekmeyi :)


















Asaf Halet okumak istiyorsun. Asaf Halet'in sana hatırlattıklarını seviyorsun. Kitabı arıyor ve bulamıyorsun bir an. Dağınıklığından hoşlanmıyorsun sanki bunun üzerine. Buluyorsun sonra, geçiyor. Barışıyorsun tekrar onunla. Bir şeyler karalamak istiyorsun, karala!

Dermek ne güzel kelime!

Merhaba! Birkaç zamandır iyi hissediyorum. Buna alışmak istiyorum. Cümleler kesik kesik ulaşıyor zihnimin nehrinden parmak uçlarıma.

Karmak ne güzel kelime!

Kelimeleri seviyorum. Kelimelerde yaşıyorum. Kelimelerle mutlu oluyorum. Önce söz vardı. Benim için sonra da söz var. Okulun sıkıcılığını dahi hissetmiyorum. Pazartesi finaller başlıyor. Henüz bilincinde değilim sanırım bu saatte Asaf Halet Beyefendi ile sohbet ettiğime göre. Güzel günlerin koynunda huzurlu uykulara yatıyorum birkaç zamandır. Bu hoş şey. Sonsuza dek süremez mi?

Uyku pek güzel bir ihtimal şu an bazı iyi ki'lerin göğsünde. :)

13 Aralık 2015 Pazar

Haberler güzeldir Yağmur güzeldir

Burdasın!

Şubat'ı bitirdim. 32 bölüm 32 dakika gibiydi. Çok çok sevdim. Dizideki Deli İbrahim'e aşık oldum.


Nasıl güzel bir bakıştır o!

Elem'e bakıyordu bu sahnede. Elem
... Adına kurban. :)

25 Kasım 2015 Çarşamba

Biri çıksın ve desin ki artık bir şeyler değişecek. Artık bir şeyler istediğin gibi olacak. İyi hissedeceksin! Ahmak melankolik düşüncelerinden kurtulacaksın. İçsel yalnızlık diye martavallar okuyamayacaksın. Bir şeyler değişecek ve artık bu dünyaya katlanman daha kolay olacak. Biri çıksın artık yalvarırım! Biri çıksın şunları söylesin ve olsun ne olur. Yeter gerçekten yeter!
Sahip olduğum az biraz aklı ve bilgiyi de gerizekalılığım nedeniyle kullanamıyorum. Dünyanın en iğrenç varlıklarından biri heyecan. Kalp atışlarımı tüm vücudumda duyduğumda onu yerinden söküp atmak istiyorum. Evet kendime karşı olduğum kadar kimseye acımasız değilim. Sıkılıyorum çünkü. Kendine tahammül etmek inanılmaz güç bir şey.

23 Kasım 2015 Pazartesi

Cevabını bildiğin, cevabını söyleyemediğin o kasvet verici soru. Ne bekliyorsun? Ne bekliyorum?

Yorgunken insan daha kırılgan oluyor. Daha halsiz daha mutsuz. Birinin dokunmasını bekliyorsun ağlamak için. Dokunmuyor, bu da yetiyor.

Birkaç gündür uykusuzum. Şubat isimli bir diziye hapsoldum. Biraz önce iki şeyi dilemekten vazgeçtim. Uyumalıyım.

21 Kasım 2015 Cumartesi

Bazı insanların bazı şeyleri yaşamaya hakkı yoktur. Bunu kabullenemediklerinde mutsuz olurlar. Bunu kabullenememelerinin nedeni kendi ahmaklıklarıdır. Tümünün farkındadırlar ama bir şey değiştiremezler. Çünkü bilirler ki bir şeylerin farkında olmak insana bir şeyleri değiştirme gücü vermez. Bir şeylere mahkum olduklarından çok fazla konuşurlar. Fazlaca saçmalarlar. Neden derler. Neden yoktur. Keşke derler. Keşkelerdeki hallerin yaşanabilir karşılıkları yoktur. Ellerinde olmaksızın tekrar neden derler. Kimin ellerindeyse nedenler yine onlara yoktur. Kendilerine susma sözleri verirler. Dillerini keserler mesela ama susamazlar. Ses tellerinden salıncaklar kurarlar, kimse sallanmaz. Yazmak zorunda kalırlar nihayetinde son bir soluk isteğiyle. Yazarlar, kimse okumaz. Sanırım en büyük sorunlarından biri kimsesizliktir, kimsenin umurunda olmaz. Konuşurlar duyulmaz, yazarlar okunmaz, yaşarlar bilinmez. Öylesine var olup ölürler. 

31 Ekim 2015 Cumartesi

Okunduktan sonra sessizce bağıra bağıra ağlanan dizeler var.

"Maskelerinizi kuşanıp yalanlarınızı çoğaltın
Hepiniz mezarısınız kendinizin"

Sanırım böyleydi. Sanırım üç yıl önceydi. Sanırım bir geceydi, bağıra bağıra ağlamıştım. Şimdi, bu gece tekrar okuyup ağlamak istediğim bir dize var.

"Çok canım sıkılıyor, kuş vuralım istersen"

Bu can sıkıntısının geçmesinin başka bir yolu yok mu? Yok. Var elbette var! Ama üzerine düşünmenin dahi yararı yok. Ben bunun için uygun değilim. Ben mutlu olmayı kaldıramıyorum. Daha da uzaklaşmalıyım aydınlığından. Fazlasıyla gözlerimi kamaştırdı güzelliğin. Ah Friedrich... Ah.


30 Ekim 2015 Cuma


  • Okunduktan sonra derin bir soluk alınan dizeler!
  • Düz çizilmeyen satır altı çizgileri.
  • Bulanıklaşan görüntü...
  • Yorulduğunu, çok yorulduğunu duymak kalbin.

Okudum, çizdim, gördüm, duydum. Hiçbir işe yaramadı.

24 Ekim 2015 Cumartesi

Hiç yazılmamış olması gereken bir hikayeyi kaç kez okudum bir bilsen... İnsanı bazen mutsuzluk uyandırabilir. Aklından bir şiir kitabı geçer, ona sarılsa geçeceğini sanır; geçmez. Keşke hayal kurma konusunda belli bir eşik olsa. Yani sayısız kez kurduğumuz hayali yaşama hakkı tanınsa bize. Çünkü ben yaşamayı hak edecek kadar çok kurdum bazı şeylerin hayalini. Ah bu gerçekliğe olan saplantımız! Günün birinde kurtulacağım ondan.

21 Ekim 2015 Çarşamba

Beni tutan bir şey yok burada. Devamlı tutunmaya çalışıyorum. Sanırım ondan ellerim titriyor hep, yorgunum.

15 Ekim 2015 Perşembe

Bir çiçeğin farkında olmak onun yaşaması için yeterli değildir.

8 Ekim 2015 Perşembe

Yarım

Gölgem sürüklüyor cesedimi
Acının ölüme varan sapaklarına
Direniyorum ama yine,
Olmaz, gidemem şimdi...
Ölmüyorum, ölemem de
İntiharın şefkatli soğuğunda
Kapıları kapattın çünkü sen
Toplayamam çakıl taşlarını yollardan
Doldurmak için ceplerime.

Böyle bitmemeli dediğim her hikayenin
Sonunu değiştirmeyi mümkün kıldın sen
İstedin oldu, neden olmasın?
Sen varken olamayacak ne vardı evrende
Ah gerçek misin Friedrich?
Gerçek mi altından saçların?
Dur kaybolma bir gece için
Yanımda kal, yalvarırım...

Son bir gece, ellerim ellerinde
On bin gece bekledim bunun için
Son bir çentik göğsümdeki yaraya
Anla beni bir gece için, anla Friedrich
Gücüm yok benim
Bir yarım hikayeyi daha okumaya

Bunu bil,
ona göre tutuştur elime kalemi
Ona göre tutuştur,
şu yanmamasına yeminli olduğum ateşi
Geri döneceksen çıkarma beni yollara
Ve bekleme de bana
Bekleme!
Ne yakınındayım ne de olacağım,
Alış buna...
Söyle ki daha kolay olsun
Vazgeçişin urganından bakmam dünyaya
Ya da sus artık susmalısın
Susmak en yüksek seste konuşmaktır çünkü
Ben duyarım

Senin gelişin bir şiirin tamamlanmasıdır
Söylemedim bunu hiç sana
Söylemeli miydim?
Okutmadım mı sana gözlerimden
Tamamlanmışlığın şiirlerini?
Eksik artık tüm şiirler
Ve sana söylediğim halde,
Yarım kaldı hikayeler
Okuyorum tekrar ve tekrar
Ne kaldı başka elimde?

Her şiir eksik
Her hikaye yarım artık
Son bir kez olsun, son bir
Gel ve tamamlansın bu şiir.



7 Ekim 2015 Çarşamba

Bugün de yinelenen dünkü karalamalar

Gerçekten mutlu olmak istiyor muyum yoksa mutluluk bir dayatma mı? Neden!? İnsanlarla bir arada bulunmam gerekiyor mu, onlara ihtiyacım var mı, neden!? Neden asıl sorgulanması gerekenleri gözardı ediyorum? Evet fiziksel ihtiyaçları kabullenmiş durumdayım ama zihinsel olanlar bazen tümüyle birer saçmalık gibi görünüyor. Bazen... şimdi! Devamlı! Onlardan kurtulacağım. Bana dayatılan her şeye karşı savaş açıyorum. Normal bulunabilecek her şeye. Ahmak bir genelleme olmuş olabilir bu, önemi yok. Evrenin en ahmağı insan. Aralarından bir ruhtan, görünmez bir varlıktan farksız geçip gidebiliyorsam bana ihtiyaçları yok demektir. Aralarından hiçbir şey duymadan geçip gidebiliyorsam onlara ihtiyacım yok demektir. Ağaçları severim daha iyi. Çakıl taşlarını özlerim, denize sarılır dahası karışırım! Onlardan ne kadar uzak o kadar iyi. Garip bir nokta bu, ifadeleri dahi saçma bulduğum bir an. Umurumda değil artık. Benden isteneni Vereceğim ve istemeyeceğim fazlasını. Fazlasını vermek isteyen de olmayacaktır zaten. Ey yağmur sonraları, loş bahçeler, akşam sefaları söyleşin benimle biraz bir kere gelmiş bulundum.

Demek ki sen o değilsin, zorlamanın ne anlamı var? Mutluluğu o halde elde edilebilir düşlemenin ne anlamı var? Neden hiç düşünmüyorsun!?

Seni mutlu ettiğini sandığın şeyin aslında mutsuzluğuna neden olduğunu fark ettiğin gün.

Bir sokak çocuğu kadar amaç sahibi değilim. Devamlı bir bıçakla göğsümü açmayı düşlüyorum. Sanki açsam oradan kan yerine siyah bir sıvı boşalacak ve ben huzur duyacakmışım gibi.

İyiyi kim belirliyor umurumda değil, güzel neye göre güzel!?

Bu kavganın sonu yok, bu savaşı kazanamayacağım, anladım.

Kimse suçlu değil. Hepsini kendim hazırlıyorum.

Neden yazdım bunları, ne oldu? Hiçbir şey. Belki de nedeni budur.

3 Ekim 2015 Cumartesi

Kendi Uçurumundan Düşenin Öyküsü

Şurası acıyor diyemezken
Şurası çok acıyor hep
Daha arabesk olalım bu gece
Daha derinlerine inelim acının
Kimseyi düşünmeme sözleri  verip
kendimize
En çok onları düşünelim yine

Onları...
En çok kanatanları şu nehri
Evet nehirleri kandan akar bazı coğrafyaların
Onlardan biri addettim kendimi
Nihayetinde...
Toprağın en iyi benzeyebileceği
Toprak değil mi?

Bilmiyorum en son ne zaman ayak basıldı
Ne zaman çiğnendi kalbim düşüncesizce
Yalnızlık martavalları okumayı bırakalı
Ne kadar oldu kendimle barışalı ben?
Düşündüm
Saatlerce, durup düşündüm
Bir sonuç var mıydı vardığım?
Senin yokluğunda, yoktu

Seni görür gibi oldum gün batımında
Batımımda kendi yerimin dibine
Kaybolmaya çabalarken eski uygarlıklar içinde
Bir uçurumdu ucunda durduğun
Neden oradaydın bilmedim
Neden bana geldin sormadım
Neden demedim sarıldım
Keşke yapmasaydım.

Hiçbir şeyin suçlusu değilsin sen
Olamazsın.
Tümünü ben yaptım
Kendim hazırladım.
Sandım ki birlikte olursak
Daha kolay olur soluk almak...
Ne vakittir soluk almadığımı unutarak
Sen görmedin bunu, göremezdin
Halbuki ben hiçbir şeyi gizlemedim.

Bir nehrin doğuşunu sergiler
Senin gözünden sızan damla
Benim üzerimden akıp gider,
Debisini kanımla artırdığım
İnan önemi yok
Önemim yok yanında
Yalnızca suçluluğunu duyuyorum hala
Bu suçluluk beni senden ileri tanır,
Nasıl olur da göstermem sana...
Kendi uçurumumdan düştüğümü
Ve ölü olduğumu yıllardır...

Seni kendime inandırdım
Benim suçum.
Sonsuzluğu anlattım sana
Sonda olduğum halde,
Benim suçum.
Ama istedim,
Gerçekten çok istedim seni kurtarmayı
Bile bile kurtaramayacağımı...

Öyle ya öğrendin artık saklayamam
Bir ölüden dinlediğini onca şiiri
Kurtuluş nerede kim bilir?
Edebiyatta mı şiirde mi
Ben bilmem ama
Bilirim bunu, bende değil.
Bilmeliydin bende değildi.
Keşke istemeseydin bunu benden...
Düşünüyorum hala, inan hala!

Nasıl kurtarabilirdi insanı uçurumdan,
Çoktan oradan düşmüş birisi?
Bir gün diyeceğim ki bir gün, evet işte bunun içinmiş! Bunu yaşayabilmek için katlanmışım onca berbat güne. Diyeceğim değil mi?

27 Eylül 2015 Pazar

Üç yahut Hiç

Hatırladımdı o günü
Haziran sonlarında bir akşamüstü,
O gölde üç oğlumu boğdumdu
Ben sağ mıyım?
Kahkaha atıyorum.

Yıldızlar dökülmüştü sulara
Topladım özenle,
Üçünü oğullarıma verdim
Kalanını getirdim sana
Kabul etmedin
Ben olsam kabul eder miydim?

Kanla karışık her su
Mahkumdur bulanmaya
Kim mahkum ediyor kimseyi
Kim öldürüyor öldürüleni
Bak ortada yok kimse
Katlim vacip bu aşikardı da
Katilim kimdi?

Sordum cevapsız olduğunu bile bile
Kemend mi cellat mı
Tabure mi hava mı
Yoksa tümden suçum,
Bu bedenin içinde olmak mı?

Unutmadımdı o günü
Unutamam.
Üç oğlumu boğdumdu gölde
Bunu biliyordunuz
Lakin bilmiyordunuz
Benim hiç oğlum yoktu.
Hiçbir Haziranın sonunda
Hiçbir akşamın üstünde
Taşıyamayacağı bir yüktü yaşam,
Onu benden aldınız.

Sağ değilim artık, kestiniz soluğumu
Sonuç sonsuz mutluluk!
Ha ha ha!

26 Eylül 2015 Cumartesi

Önemi Yok

"Şimdi yüzlerce kez anlattığım hikayeyi
Unutmadayım."

Önemi yok

Bilirim;
Anlayan daha az anlatır
Ağırdır çünkü mana,
Madde geçilmek içindir.

Çoktan geçtim
Altından yaşamın aktığı köprüden
İnsanları aradım
Bağırdım
Haykırdım
Yalvardım!
Duyan olur diye,
Duyan olsa diye,
Duyan olmadı.

Yürümeye devam ettim
Okyanuslar boyu, ağaçların üzerinden
Okumaya devam ettim
Sayfalar boyu, ağaçların üzerinden
Durdum ve düşündüm
Bir insan yaratılmamış şu ağaçtan
Bir de acılar.

Acıları hapsedebilseydik maddeye
Belki daha kolay olurdu her şey.
Yalnızca bedenimizden aksaydı mesela kan
Yalnızca kemiklerimiz sevişseydi sızıyla da,
Ruhumuzda açılmasaydı bunca yara
Üstelik imkansızken tedavisi

Çok anlattığımı fark ettim günün birinde
Bağırdığımı, haykırdığımı
Dahası duymadığını kimsenin
Öyleyse dedim;
Anlamıyorum!
Hiçbir şeyi ve hiç kimseyi!

Geriye anlama isteğimden vazgeçmek kaldı
Sanki bundan vazgeçsem,
Daha kolay olacaktı...
Anlamak.

Geçtim,
Vazgeçtim çoktan.
Anladım ardından;
Yalnızca madde değil,
Mana da geçilmek içindir.
Ve her hikaye
Unutulmak için öğrenilir.

Geçemedim.
Anlayamadım.
Unutamadım.

Önemi yok!

10 Eylül 2015 Perşembe

"Her deniz içinde taşır çünkü kendi çölünü."

Eteklerimde deniz kabukları vardı
Doğruydu bu çağa ait olmadığım
Okyanusta sürüklenen küçük bir salken
Cesedim çürümediğinden henüz
Olmalı sanırım, insan addettim
Kendimi. Dahası yaşamak istedim
Onlar gibi.

Dudakların çatlamıştı susuzluktan
Gördüm.
Bir mucize bekleyemezdim çölden
Çok olmuştu yiteli çölün merhameti
Öyleyse deyip aşındırdım bileğimi
Bak izi burada hala,
Kırmızıya boyadım acıyla
Susuzluğun tuvalini.

Gözyaşlarımın yanaklarına düşmesine
İzin verdin sen.
İzin verdin sana karışmama
Tanrısal bir seremoniyle.
Herkesin bildiği ama
Kimsenin kimseye söylemediği sırlar gibi
Aşikardı olacaklar.
Senden ayrı olamazdı artık!
Olmam ölmemdi.

Biliyordun tümünü
Bilmeseydin tümünü
Korur muydun beni uzaktan uzağa?
İzin vermez miydin parçalanmama?
Deniz fenerleri umursar mı küçük salları
Umursadın.
Duydum!
Kayalıklara sürüklenmemi istemedin
İstemedin ölmemi.

Değil mi?

"Ah ne güzel kader Friedrich ne güzel!
Doğmadın ve ölmeyeceksin"

Hayır dediğini duyuyorum
Fısıltıyla değil üstelik haykırarak!
Uyanıyorum kendi yazdığım rüyadan
Teşekkür etmek istiyorum yine de
Sen bana, sana dair hayal kurabilmem için
İzin verdin.
Yeterli.
Bu kadarı kafi.

Büyük bir dalga bekliyorum.

3 Eylül 2015 Perşembe

Biliyorum, bir şeylere sebep olmak için buradayız. Hiçbir şeye sebep olmak istemiyorum artık.


"yürüyorum hızlanıyorum koşuyor­um; çıkıyorum iniyorum; haykırıyorum havlıyorum çağırıyorum feryat ediyorum; hızlanıyorum yavaşlıyorum bat­ıyorum atik oluyorum kuruyorum yürüyorum uçuyorum görüyorum görmüyorum tökezliyorum; sarı oluyorum yeşil oluyorum mavi oluyorum ; yarılıyorum hıçkırarak ağlıyorum susuyorum yoruluyoru­m acıkıyorum azalıyorum çoğalıyorum; düşüyorum yükseliyorum alçalıyorum kanıyorum ve kendimden geçiyorum."


Mahmud Derviş


Bu!


2 Eylül 2015 Çarşamba


Hep 1800'lerin sonunda Venedik'te yaşayan bir insan olmayı istemişimdir. 

31 Ağustos 2015 Pazartesi

Bir bir yoluyorum saçlarımı. Bir bir yolunmasının çünkü saçların, işkence olduğunu okumuştum bir yerde. Kan pıhtısından giydiğim elbisenin altından sızlayarak cevap veriyor bedenim. Sızı en etkili karşılık olsa gerek verilebilecek, tüm dillerde. Daha da içime işliyor acı. Bir yerden sonra teslim alıyor bedenimi de, sanki ben kurtulmak istesem saygısızlık olacak gibi. Bilmiyorum yoksa sahip olduğum-u sandığım- topraktan değil de acıdan olmuş bir ceset mi?

Kusacak gibiyim melankoliden. İğreniyorum bundan ve kendimden. Kendimi yinelemekten bıktım! Bitsin artık bu devinim. Dedim. Bitmedi. Bittim!

Dedi, bitti.
Ayağımın ucundaki su aygırı figürlü yastığı yere atmak üzere aldıktan birkaç salise sonra kendisine sarılmam bir olabiliyor. Ruh hali değişken bir şey sonuçta. Evet hala oyuncaklara sarılıp uyuyorum zaman zaman. Çocukken de bir bebeğim vardı uyurken hiç yanımdan ayırmadığım. Bazen de tüm bebekleri yatağa toplardım bana küçük bir yer kalırdı. Çünkü bebekler üşürdü. Öyle düşünür ısıtmaya çalışırdım plastik bedenlerini. Ahmak bir çocuktum yani. Hiçbir değişim göstermeden de büyüdüm. Evet. Çok sıkılıyorum birkaç gündür. Çok!


Çıkmayacak! 

Yere attım yastığı.

30 Ağustos 2015 Pazar

Seine Nehri doluyor bu gece içimin boşluklarına. Bu yetiyor. Görüyor, biliyor ve söylüyorum olanca bir gerçeklikle; artık yakın değilsin bana.

26 Ağustos 2015 Çarşamba

Kim bilir kendimle barışabilseydim...



Sopayla dövülen bir kedinin acısını duyuyorum. Neden!? Nasıl bu denli korkunç olabiliyor insanlar? Neden ihtiyaç duyuyorum onlara?

Oysa ben insan olmayı düşlememiştim hiç.

"Adi bir ıstakoz kıskacı olmalıydım
Durgun denizlerin katlarına sığınan"

Onlarla bir arada olma isteğimi anlayamıyorum. Eli sürekli aynı ateşte yanan ama buna rağmen elini geri çekmeyen bir çocuk gibiyim. Kül de olmuyor üstelik, devamlı yenileniyor, yineleniyor acı. Cehennem mi Tanrım buranın adı?

Yürüyorum. Yürümekle varılır ancak bir yerlere, bunu biliyorum. Bir geçite varıyorum. Dağ konuşuyor heybetle.

Benim dahi içimi deşen insan sana neler yapmaz? Güçlü müsün benim kadar? Gel dinlen eteğimde, dizime koy başını. Topraktan yataklarda uyu, çiçekler örteyim üzerine...

Ben dinliyorum ürkekçe. Güçlü müyüm bir dağ kadar? Değilim biliyorum. Yine de geçitten geçmeyi seçiyorum. Düpedüz ahmaklık bu. Evrenin en ahmağı insan. Bir insanım. Nefes alamıyorum suyun altında. Olamam o nedenle bir ıstakoz kıskacı. Yine de denize gitmek istiyorum.

Gidiyoruz. Dağ susuyor ardımdan ama duyuyorum onu.

Bir dağ kadar güçlüsün sen, bana karışmayı reddedebilecek kadar. Sarıl denize sıkı sıkıya. Herkes nerede mutluysa orada olmalı. Orası suyun altı dahi olsa. Üstelik orada nefes alamasa da.

Varıyoruz denize. Varmaların en güzeli! Biz kimiz, bilmiyoruz. Ben varım görüyorum. Bilmiyorum gayrısını. İçimde bulunan ne varsa, birlikte yitiyoruz. Yitiriyoruz kendimizi. Yitmelerin en güzeli!

"Oyalandık sarayında denizin
Kendimizi yosun duvaklı su perileri dünyasında bulduk
Uyandırıncaya dek insan sesleri bizi ve boğulduk"
(T.S. Eliot)

Kedi acı duymuyor artık.

22 Ağustos 2015 Cumartesi

19 Ağustos 2015 Çarşamba


  • Boşvermişliğe bayılıyorum.
  • Kütüphaneleri çok severim ama kasvetli sessizliklerini hep itici bulmuşumdur. 
  • Bazı geceler birkaç gece toplamınca ağır.
  • Çok fazla sözcük kullanıyorum ve sıkıcı buluyorum bunu.
  • Susamıyorum.
  • Çok kez denedim. 
  • Çok kez denemekten nefret ederim.
  • Uyumalıyım.

Salinger!


Sefa Kaplan


18 Ağustos 2015 Salı

Ben O Değilim

Kalbim kırılıyor ve onu onarmak için çaba harcayan kimse yok. Bu acı. Sonra o parçaların rüzgarla savruluşunu izliyorum. Yüksek bir falezin en ucundan. Aşağı bakmaya ürkerim, kalbimin oradan aşağıya parça parça düştüğünü görüyorum her an. Bu ürkütücü olmuyor. Paramparça olduğunuzda korkacağınız herhangi bir şey kalmıyor. Yaktım yazdığım manifestolarımı. Vazgeçtim iyi hissetmekten. Barıştım dahası sarıldım mutsuzluğa. Çünkü kollarım var. Bir işe yaramak istediler. Ben istemiyorum. Bir kitabın içine hapsolsam. Ya da çatlayan bir çiçek toprağına uzansam da, unutsam kendimi. Tahammül edemiyorum. Kendime. Ve küstah isteklerime. Hala kabullenemiyor oluşuma bir şeyleri. Ah! Kendini tekrar etmek intihardır mı demişti birisi? Müntehirim soluk aldığım her an.

Dedi. Hiçbirini söylemek istemedi. Ben duydum. Kalbinin peşinden gitti sonra. Aşağıya bakmadan, ürkmeden. Sessiz. Çatlamış bir çiçek toprağına gömüldü. O ben değildi.


12 Ağustos 2015 Çarşamba

Umursanmamanın kısa öyküsü

Ölmek istiyorum dediğinizde ilgi çekiyorsunuz. Ölmek istiyorum dedi dediğinizde umursamıyor kimse. Ben hep ölmek istiyorum dedi dedim. Uzaklaştım iyiden iyiye kendime. Ölmek isteyen bendim, umursamadı kimse.
Ben mutlu olunacak bir insan değilim ve kimseyi mutsuz etmeye hakkım yok. Yalnızlığım için bulduğum en mantıklı neden bu şimdiye değin.

Tüm güzelliğinizle uzağımda kalın.

Dedi kendi kendine. Dinleyen kimse yoktu. Çoktan uzağında kalmışlardı. O gün yazmayı planladığı hayat öyküsünü noktaladı. Bir bitkiden farksız yaşamayı koydu aklına. Zaten hep gölgesine razı bir fesleğen olmayı dilemişti. İlk kez bir dileği gerçekleşti. İyi ki.


Ne güzel bir hüzün.


10 Ağustos 2015 Pazartesi

Ben bugün, ölmek dışında hiçbir şey istememeyi tattım.

Hiç

Kimsesiz bir geceydi çölün içinde
Kimsesiz bir çöldü gecenin içinde
Çadır bezinden aba diktiydim
Deve kemiklerinden kaval yaptıydım
Bedevinin bahtsızlığını bahtım bilip
İzin verdim evim olmasına çölün birine

Karşıma çıkmıştın sen o gece çölün birinde
Sen çöle çıkmıştın habersiz gecenin birinde
Kalbimi söküp göğsümden aldıydın
Saçlarımı kesip kumlara attıydın
Bir abam vardı sarınacak onu benden alıp
Ev bildim demiştin seni derimin derininde

Ruhunun güzelliğini görmüştü ruhum öte teninde
Ruhumun güzelliğini görmüş müydü ruhun öte tenimde
Beni benden alıp kendine kattıydın
Beni senden gayrı ölüden farksız yaptıydın
Bir sen kalmıştın sığınacak bunu görüp
Ev yapmıştın dirinden ölümün derininde
Olmaması gerektiğini biliyorsun ya, deli gibi istiyorsun olmasını!

7 Ağustos 2015 Cuma

Öyle. Birileri yaşayacak ve birileri onları uzaktan izleyip yaşamayı düşleyecek. Bu böyle olmak zorunda. Hangi oyun seyircisiz oynanır ki sonuçta?
Bir zaman sonra tek somut isteğin kalıyor dünyadan; ağrı kesicilerin aç karna içilebilmesi.

6 Ağustos 2015 Perşembe

5 Ağustos 2015 Çarşamba


Bakınız yanmış pasta mumlarıyla dahi mutlu olabiliyorum. Çünkü onlar bebek mum! :)

Duygusal cümleler kurmayacağım. Yalnızlık martavalları da okumaya niyetim yok. Sadece insan ilişkilerine dair bu zamana dek kendimce yaptığım en gerçekçi çıkarımı ifade etmek istiyorum: Kimse kimsenin acısını duymuyor.

1 Ağustos 2015 Cumartesi

garip şey
bir insan yalnız bırakılacaksa
ağaçlar dahi yürüyebiliyor etrafından
boğulması isteniyor üstelik ondan
üstelik kendi çölünde
üstelik seraptan denizlerde

ama orada bile buluyor kendine
soluklanacak bir ihtimal
umursamadan parçalanmasını damağının
diyor,
dudakların çengeldi
benimkilere geçtiler

tek düşüncesi kurtulmak çünkü o an
o andan.
bundan sanrılara sığınması
bilse de duyacağı acıyı hemen sonra
anı kurtarmaya çalışıyor
geleceğin boyunduruğundan

kurtarıyor da
yüzünü okşuyor önce rüzgar
ardından kanatıyor pullarının ardını
kim bilir çünkü bir an önce
ne olduğunu?
nasıl olduğunu yahut?

bir masal evrenine mahkum olmuş
dönüşmüş dünyanın tek deniz kızına
bir varmış ondan önce
bir yokmuş kurtuluşundan sonra
insanlar gitmiş birden çevresinden
ağaçlar hemen sonra
bundan Tanrı'ya sığınması
umursamadan olmasını ruhunun darmadağın

diyor,
ki her şeyin sonunda
yaşamı fısıldamıştı bana
-büyük yanılgı!-
ölümmüş dudakların

çengeldi varlığın
geçirdi beni varlığımdan

ÖZGÜRLÜK KANATLI REBEL’İN KORUBENİSİ



  



"Aleksandria ve Roy'la karşılıklı ağladık. O, benim de hikâyemdi."
Yazdı müsvedde bir kâğıda. Filmi kaçıncı izleyişi olduğunu anımsamaya çalıştı ancak belli bir sayı düşmedi zihnine. Film süresince kendisine eşlik eden yağmurun da onu terk ettiğini duydu. Bir şeyler daha yarım kalmıştı. Kadın yarımdı, biliyordu. Nasıl tamamlansındı kim bilir, susuyordu. Saate baktı, yalnızca saat işlevini kullandığı telefonundan, 3.42 Kim duyabilirdi iç sesinin gizil tınısındaki batık mavna ağıtlarını? Bir kendisi. Ne sıkıcıydı kendini duymak her an. Düşünmemeyi denedi. Sıkılmayı kendine olağan hal edinmiş olması gecenin öldürücü darbelerini meşru kılmıyordu. Sessizlik Orta Çağdan koşup gelen yaldızlı bir hançercesine saplanacakken ruhuna, birkaç nota engel oldu buna saydam bir duvar gibi. Pencereye doğru yaklaşıp perdenin arasından sokağı izlemeye koyuldu. Kendisine Gerard de Nerval'i hatırlatan birkaç sokak lambası, üzerinde kim bilir kaç kişinin izini taşıdığı belirsiz olan kaldırım taşları, yağmur henüz dindiğinden muhteşem birer imge niteliğinde soluk sokak tuvali üzerinde gezinen sokak köpekleri ve o. Alıştığı manzarayı bir anda değiştiren, bu yetmiyormuş gibi bir de sessizliği yumuşak notalarla örseleyen adam. Çevresindeki küçük su birikintilerinin dahi akıp gitmek isteyeceği kadar karamsar bir ezgi titreştiriyordu pencerenin hemen dışındaki sonlu atmosferi. Orada öylece kaç dakika durduğunu bilemedi, hareket ettiğini kendini masanın başında kâğıdın birine bir şeyler karalarken fark etti. Sonra o kağıdı avucunun içine gizleyerek koşar adım evden çıktı. Apartmanın dışına vardığında adamın tam karşısında duruyordu. Onu kendisinden başkasının fark etmediğini umarak bir serenat addedip kulağına ulaşan nota dizisini, orada öylece beklemeye devam etti. Adam kendisini görmüyor gibiydi. Görünmez olma fikrini küçüklüğünden beri severdi. Görünmezdi! Tüm mümkünlerin kıyısı burası olmalı diye geçirdi içinden. Ve boğulma fikrini sevdiğini düşünerek adamın yanına doğru küçük ve ürkek adımlarla ilerledi. Elinde kendine mini bir yer edinmiş kırışık kağıdı adamın önündeki taşa bırakıp hızlıca eve yöneldi. Merdivenleri ikişer üçer çıkıp pencerenin önüne ulaştığında sokakta kimsenin olmadığını gördü. Üstelik bıraktığı kâğıt da yerli yerindeydi. Bu olayın bir hayalden ibaret olabileceği düşüncesi beynini paramparça edercesine kafasında dolaşıyordu. Kendini yatağın üzerine bıraktı ve ağlayabilmeyi istedi. Olmadı, kalktı, kâğıdı oradan almak için ağır adımlarla merdivenlerden indi. Ve yaşlar boşalmış olsa çok daha iyi hissedeceğini bildiği gözlerini o noktada ve çevresinde gezdirdi. Kâğıt yoktu. Artık delirdiğinden emin olabilirdi belki de. Ya da yalnızca uyuyabilirdi. İki tane hap eksildi şişeden ve yere düştü tuzla buz olmadan hemen önce bardak.

 

"Karanlığı görünür sanardım, bu gece duydum onu, tellerinde müntehir ettiğin notalarınla."
Yaptığı müziği kendi gibi duyan ve ifade eden biriyle ilk kez karşılaşıyordu. Tellere elleriyle değil de ruhunun karanlığıyla dokunup, kanamanın müziğini yapıyordu insanların uyuyarak heba ettiği gecelerde. Geceye karışıyordu sessizce. Notu defalarca okudu. Önce almaya cesaret edemeyip yanından uzaklaştığı ancak sonrasında koşarak geri dönüp aldığı notu. Notaların müntehir olması üzerine düşündü uzun uzadıya, yanında onca şair siluetiyle. Cevap vermeseler de sordu müntehirliği en iyi bilen şairlere içinden, alçak sesle. Hatta bir şeyh bulsa Ah Muhsin Ünlü gibi, ona da sorardı: notaların intihar ettirilmesi onları da sonsuz bir azap yurduna gönderir mi, zaten ben onlara bunca işkenceyi ederken? Ama bir şeyhi yoktu o an. Dahası bir şehri de. Ancak o gece, o şehri kendisine vatan bildirtecek, ne idüğü belirsiz bir sempatizanlıkla uğrunda kamuflajlar içinde ölecek kadar çok sevmesini sağlayan o kadını fark etmişti. Bu böyledir zaten, onlarca insan içinde birini fark ederiz ve sonra onun uzaktan yahut yakın temasla ruhumuza vurduğu darbeleri izleriz. Bozguna uğratılmak en sevdiğimizdir, en sevdiğimiz tarafından. Ve çok severiz klişeleri, ne güzel ard arda sıralarız tümünü. Peki, neden kaçmıştı oradan o kadınla tanışmak yerine, notu onun sesinden duymayı neden reddetmişti? Bunun cevabını okudu bir kez daha sol bileğindeki on bir santimetre uzunluğundaki koca bir hayat çizgisinden. İsmi buydu, hayat çizgisi. Hayatının en iyi özeti niteliğinde bedeninde bulunan bir iz. O izin oluşmasını engelleyebilecek bir kadın vardı ve umursamamıştı adamın o gece parmaklarının arasında bir jiletin ikamet etmesini. O gece ölmüştü adam. Kadının sonraki merhamet gösterisini, ambulansı, sargıları ve saireyi de bu kez adam umursamamıştı. Kalan hayatını bir ölü olarak geçireceğine dair söz vermişti kendine. Yalnızca geceleri canlılık belirtisi göstereceğine ve insanlara görünmeden onların etraflarında gezineceğine dair sözler. Başarılı bir şekilde de uyguluyordu bunları uzun zamandır. Fakat o gece her şey alt üst oldu. Sözler parçalandı zihninde. O küçük notun anlamına yer açtı aklında bulunan ne varsa. Kadını bir daha görmeyeceğine dair sözler verdi bu kez kendine. Güneşin doğuşuyla her sabah üzerine aldığı uyku örtüsü bu kez örtmemişti onu ve üşüyordu. Tüm bedeninin titrediğini görüyordu, ruhunun titrediğini duyuyordu. Her zaman kafasının içinde yinelenen senfoni susmuş, bildik bir melankoli sessizlik konçertosunu sunmaya başlamıştı. Bunun nedenini biliyordu. Evrendeki en aptal insan olduğunu küfreder gibi bağırarak aynadaki siluete, beynine düşünmemesini emrediyordu diktatör bir liderin dilinden. Bu berbat durumun nedenini çok iyi biliyordu. Kafasının dağılması için her şeyi yapabilirdi o an, mecaz ve gerçek anlamda. Çünkü acı size kendisini unutabileceğinizi fısıldar eğer kanınızı akıtırsanız…
Uyuyamadı ve kendini bir filmin içine attı.
Düşüşünü en somut biçimde duyabileceği filme.
                         The Fall.



 


Dünya üzerindeki en berbat eylem nedir diye soracak olsalar kuşkusuz “uyanmak” derdi. Artık gözlerini kapatmasının mümkün olmadığını anladığında yataktan çıkmak zorunda kalmıştı. Akşamüzeriydi. Pencerenin önünden geçerken gözü bir an dışarıda belli belirsiz bir noktaya takıldı ve hafızası çok gerekliymiş gibi geceyi kendisine yeniden yaşattı. Düşünmemeye çalışarak kendini banyoya soğuk duşun altına attı. Soğuk suyun göğsüne her çarpışında derin derin nefesler alıyor, dünya üzerinde bulunmadığını hayal ediyordu. Hayallerimizde dilediğimiz hayatı yaşarız, bu insanın sahip olduğu en mükemmel niteliktir. Bu zihinsel yaratı gücü Tanrı’nın insana verdiği en güzel özellik diye düşündü bir denizkızıyken kendi okyanusunun derinliklerinde. İçi bir okyanustu ve hüzün çapa misali saplanıyordu an be an kalbine. Kendi içinin derinliğinden kapı zilinin çirkin ezgisiyle sıyrılıverdi. Birden yeniden dünyada buldu kendini. Üzerine geçirdiği bornozla dışarı çıktığında havanın kararmış olduğunu gördü. Kapı ikinci kez çaldı ve seri adımlarla, aklının kendisine sunduğu geceki durumun gösterimini, o adamın gelmiş olabilme ihtimalini umursamadan kapıya ulaştı. Açtığında karşısında alt kattaki yaşlı kadını buldu. Banyosuna su damladığını, uzun süreli su akınca böyle bir sorun yaşandığını, banyosunun zeminini onarma gerekliliğini ve daha bir sürü ilgisini çekmeyen şeyi anlattı. En kısa sürede ilgileneceğini söyleyip kapıyı hızlıca kapattı. Yatağına gidip yarım bıraktığı kitabını okumaya çalıştı karışık düşüncelerle. Yarım saat kadar sonra kitabı bir kenara bıraktı. Mutfağa gidip kendine bir kahve yapmayı düşündü. Yerinden kalktığında kapı tekrar çaldı. Ve o an yaptığı ahmaklığı hatırladı. Küvetin suyunu boşaltmamıştı, muhtemelen alt kattaki banyoya su damlamaya devam etmişti. Yine o yaşlı kadının geldiğini düşünerek, yüzüne sahte bir pişmanlık ifadesi yerleştirerek kapıyı açtı. Kimse yoktu. Etrafa iyice bakındı, kapıyı tam kapatacakken yerde o notu buldu.

“Bir ölünün müziğini duydun, bu kadarı yeterli. Onu hayata döndürmeye çalışma.”

Bir ölünün müziğini duymak… Kalbi tüm evrende yankılanırcasına atmaya başladı. Evet duymuştu! Gece bilmem kaçıncı kez tekrarlandı kafasında. Duymuştu ve ilk kez hiç çekinmeden ifade etmişti hissettiğini. Notu tekrar tekrar okudu. Ondan geliyordu ve belli ki kendisini düşünmesi ulaşmıştı ona. Yeniden görmeliydi onu. Hızlıca giyinip ıslak, karışık saçlarıyla, karmakarışık düşünceleriyle sokağa çıktı. Buralarda bir yerlerde olmalıydı. Sokağı belli belirsiz adımladı. Bir süre çevreye bakındıktan sonra nefes nefese kendini bir bankın üzerine bıraktı. Her şey olağandı. Gecenin olağan karanlık pelerini üzerinde bulunan yıldızlar her şeyden habersiz müthiş bir uyum içinde yeryüzünü izliyorlardı. Kadınla göz göze geldiler. Sonrasında yine habersizce parıldamaya devam ettiler. Ne kadının kafasının içinde yankılanan notaları duydular, ne her şeyin önüne geçmiş o notu okudular. Kadın da umursamadı onları, tek bir düşüncesi vardı o an. Adamı bulmak. Çünkü onu duymuştu ve duyup duyabileceği en harikulade ezgi olduğunu biliyordu onun, dünya denen dağınık portede…
Banktan kalkıp umutsuzca evin yolunu tuttu. Kafasında hala o notalar yankılanıyordu ancak bu kez yarım şekilde. Adamı bulsa tamamlanacaktı biliyordu, yarımdı, tamamlanacaktı biliyordu.
Eve vardı ve merhabalaştı uykusuz bir geceyle.


 


Notu kapıya bırakması, birkaç merdiven basamağı, kısa bir yürüyüş ve nihayetinde küllerinin savrulmasını istediği deniz. Yaklaşık on dakika içinde gerçekleşen bu olay zinciri ona zamansız gelmişti. Herhangi bir tahmini yoktu ne kadar sürdüğüne dair. Yalnızca anı biliyordu, yakılmayı istiyordu, yüzmeyi maddenin kül haliyle denizde… Deniz olma isteğini hatırladı. Ona karışmayı deneyip reddedilişini. Denizin ona etinden, kemiğinden sıyrılmadan onu kabul edemeyeceğini fısıldayışını… Taşımaktan yorgun düştüğü bedeninden nefret etmişti o an bir kez daha. Denemişti ama kazıyamamıştı ruhunu ondan. Tarafından bırakıldığı bir kadının ses tellerinin şu tınıca titreşmesi engel olmuştu ona: beni bırakma…
Gereksiz düşüncelere daldığını fark etti. Geçmiş her zaman rengârenk bir yüzeyce seslenip, aslında bir bataklık olduğunu kısa süre sonra hissettiriyordu insana. Hissetti. Sıkıldı. Bir denizkızı düşledi kendi derinliğinde yüzen. Ardından göğsüne bastırıp denizkızının nemli saçlarını, bir nebze olsun dindirmesini diledi acısını Tanrı’dan. Zihnini uyuşturacak maddeler koşar adım geldi sonra, kadını hiç düşünmeden sonlandırdı gecesini. Buna inandırmak istedi kendini. “Düşünmedim!”dedi hatta kulaklarının işitebileceği kadar yüksek bir ses tonuyla, denizkızının bedenine kazırken kadının siluetini.


 


Uykusuz gece sürüyor ve yalnızca şiirlerle dindirilebilecek bir acı sunuyordu kadına. Bir şiirin dizelerine sarıldı…
“ne mantıksız acı duymak
bu denli
ne garip, duymak
susturmak istediğin kendini
yankılanıyor zihnimin koridorlarında
“bir ölüye aşık olmuş olma ihtimalim”
tarafımdan onaylanan üstelik…

bulacağım seni
ve
duyacağım ölgün ruhunun
ürkek ürküsünü.
öğreteceksin bana,
kefene sarılı bir aşkı
yahut
kül halini belki maddenin

itiraflarımın en nedensizi vuku buluyor:
bir ölüyü seviyorum dünyaca!
tanımadan, bilmeden,
                     sessizce…”


 




Kendine geldiğinde güneş henüz batıyordu. Kızıl bir uyanış olmuştu kasvetli bir uykudan. Unutmayı diledi o an bildiği ne varsa. Kadını anımsamıştı çünkü ve zihnini işgal eden onca bilgi kadının yer etmesini engelleyemiyordu aklında. Banktan kalkıp gitarını bıraktığı barakaya gitti ve ardından bıraktı kendini ayaklarının olağan rotasına. Vardığında şaşırmamıştı geldiği noktaya. Kaldırım taşları buyur etti önce, sonra pencerenin biri hoş geldin dedi. Tellere dokundu sonra, tanımadığı bilmediği bir kadına en karanlık serenadını yapmaya başladı…


 



                                                         Birleşiyor muydu hikâyeleri?
                       Yoksa Kaan İnce’yi mi yineliyoruz bu solukta da?
                                   Kavuşmalar ayrılık mıdır gerçekten bazen?


 



Kendi içinde yankılanan dizelerle uyanmaya alışmıştı kadın uykularından ancak alışık olmadığı bir durum içindeydi birkaç gündür. Notalar uyandırıyordu bu kez onu, yalnız onun duyabildiği eşsiz bir armoni. Uyandığında etraf karanlıktı. Bildik bir ezgiyle uyanmıştı yine ve şaşırtmamıştı bu onu, somut olduğunu fark edene dek… Çıplak ayakları parkelere küçük dokunuşlar yaptı birkaç adım. Ardından ışıldadı sanki pencerenin ardı. Gelmişti… Ne yapacağını bilemedi o an. Not yazmayı düşündü, titreyen elleri kâğıtları dahi kavrayamadı. Ne olacağı umurunda değildi. Kapıyı açtı, merdivenleri geçti ve sandı ki o an kendisi bir kuştu! Uçmaksa da, esaretse de varmak istediği tek yer vardı ve oraya vardı. Adamın bakışlarının üzerinde dolaştığını hissediyordu. Yanına yaklaşıp tam karşısına oturdu. Evrende söz namına bir şey kalmamıştı, yalnızca bakışmak vardı. Bakışlarından okudular birbirlerini. Şarkı bitti, rüzgâr dindi, bakışmak hala yerli yerindeydi. Bir yağmur yağsaydı o an ve kadın yaratılışına dönseydi, adamın tenine bulaşma düşüncesi geldi sokağın aklına, -garip şey, sokaklar bile düşünebiliyordu bazen- kadını gülümsetti…
Biri merhaba dedi, biri susmasını istedi.
Biliyorum çünkü ne söyleyeceğini, sen bilmediğini sanıyorsun ne dinleyeceğimi ama biliyoruz ikimiz de, birbirimizi.
            Biliyoruz ama yineleyelim dedi biri, hayat denen dilim yinelemekten ibaret değil mi?
            Haklıydı biri ve yinelemek istediler bildiklerini en klişe şekilde.
Kadının evine gittiler.
            Dağınıktı oda, dağınıktı ruhları. Adam kendi notunu fark etti masanın üzerinde. Ardından kadın belirdi loş odanın içinde. İkisi de unutmuştu bildikleri ne varsa. Karşılıklı oturuyordu bedenleri. Çoktan birleşmişti ruhları. Kadının aklına şiirler geldi, birkaç gece önce dizelerine sarıldığı şiiri buldu masanın üzerindeki kâğıt yığınının arasından. Adam okudu ve sükûnetiyle alkışladı, yüceltti ve yineledi kadını. Tanışmaları gerekiyordu, tanıştılar.
Mariposa.
Rebel.
Yahut
Rebel.
Mariposa.
Ne önemi vardı isimlerinin sırasının? Adamın adı Rebel değildi öyle dedi, kadın kelebek olmak istedi, oldu. Ne önemi vardı isimlerinin? İkisi de biliyordu kısa süre sonra eskizlerinin silineceğini dünya denen eprimiş defterden. Efsane olmak gibi bir istekleri de yoktu. Her şey basitti nazarlarında. Doğmak, yorulmak, dinlenecek bir beden bulmak ruhları için ve nihayetinde birlikte karışıp gitmek sonsuzluğa. Bir şeyler anlatmaları gerekiyordu fakat sıkıcıydı hayat hikâyeleri. İkisi de şiirleri severdi. Bildikleri tüm şiirleri okudular birbirlerine, sessizce. Ardından adam konuşmaya başladı.
Bir ölünün müziğini duyduğunu söylediğimde ciddiydim.
Nasıl yani?
Ben bir ölüyüm. Henüz somut bir çürümeye sahip değil bedenim ancak içim çoktan ayrıştı.
Kadın anlayamadı. Gözlerini kısarak bakışlarıyla sorusunu tekrarlarcasına adama baktı. Adam açıkça anlatmıştı ama anlaşılır şey değildi bu.
Cotard Sendromu demişlerdi şu çizginin nedeni olarak zaten bir ölü olduğumu, bu durumu somutlamak istediğimi söylediğimde. Bir kobay gibi incelendim. Her birimizin birer toprak birikintisi olduğunu söylediğimde, onaylarını okudum gözlerinden ama kimlikleri bana hak yerine ilaç verebilirdi yalnızca. Uyuşturabilirlerdi kendime zarar vermemem için. Yaptılar. Legal torbacılar gibi. Komik değil mi? Elindeki renkli bir reçete seni bu gri yerden rengârenk bir diyara götürebiliyor, üstelik meşru yolla!
Gülümsemesinden anlattıklarında ciddi olduğu anlaşılıyordu. Kadın susmaya devam etti. Mimik sahnesinde şaşkınlığı sergileniyordu. Adamın gülümsemesi nitelikli bir izleyici kitlesi gibiydi buna karşılık. İzleyicilerin tümü terk etti salonu ardından, adam konuşmaya devam etti:
The Ridges’a gitmek istiyorum. Gerçek bir tedavi; terapi ve arınım için. Bu nedenle bir süredir yoldayım. Verdiğim kısa bir molada müziğimi duydun.
The Ridges mı? Orası eski, terk edilmiş bir akıl hastanesi değil mi?
Evet öyle, ancak orada beni bekleyenler var. Annem addettiğim bir kadın özellikle. Elli dört yaşındaydı, o hastanede belli süre için ikamet ediyordu. Altı hafta boyunca kayıp olduğu söylendi, sonra kullanılmayan koğuşlardan birinde ölü bulundu. Ne çok severim onun ölüm seremonisi… Önce kıyafetlerini soyunmuş, katlayıp bir kenara bırakmış. Ardından da soğuk betonun üzerine uzanmış kendi ruhunu soyunup sonsuzluğa karışmış… Ne masalsı değil mi?
Dinledikleri karşısında ürperen Mariposa yine de adamın çekimine karşı koyamıyordu. Burada da kendisini bekleyen hatta beklemeye katlanamayacak olan biri olduğunu söyleyebilir miydi? Doğru olur muydu? Hiç tanımadığı bir adama bu denli hayran olması, onu yolundan döndürme isteği normal miydi? Doğruyu kim belirliyordu, normal kime göre normaldi? Söyledi:
Gitme, burada kal.
Rebel yüzünde düzgün bir stille yazıldığı belli olan acının okunmamasını istercesine gülümseyerek,
Gitmem gerektiği halde çok kez kaldım, bu kez olmaz. Dediğim gibi, henüz bedenim çürümedi ama ben bir ölüyüm. Yalnızca bu hali somutlamaya ihtiyacım var. Herkesin hayalleri vardır, benim hayalim de bu somutlama işlemini The Ridges’ta yapmak. Biraz renk getirmek istiyorum o hayallerimdeki hastaneye. Mumlar, yeryüzündeki tüm dinleri kapsayacak türden bir ayin ve nihayetinde özgürlük! Hayat çizgimin üzerinden geçmek istiyorum tekrar. Bana kal demen kadar çılgınca bir fikir bu ama söyleyeceğim; sen de gel…
Bedenim mini bir kan gölünün içinde dünyanın en keyifli yüzüşünü yaparken yanımda olmak ister misin?
Bu cevap karşısında Mariposa irkildi. “Sen de gel” cümlesi bir damar gibi zonklamaya başladı başında. O damarı bulmak istercesine, sanki beyni bu şekilde düşüncelerini daha hızlı nihayete ulaştıracakmış gibi elini başına götürüp sağ şakağını ovmaya başladı. Bir şeyler söylemeliydi, söyledi:
Uyuyalım mı?
Normlar yine çabucak ulaşmıştı odaya. Tam Rebel’i tutup kapı dışarı ediyorlardı ki, Mariposa engel oldu. Bazı zamanlar böyledir, uykuyla sonlanması gerekir gecenin. Verilemeyecek cevapların boşluğuna karışmak fazla gelir çünkü insana. O anlarda uyku en şefkatli sığınaktır.
Yan yana uzandılar birbirlerine değmeden. Aralarına yeniden kilometreler girdi. İkisi de uyumuyordu, uyumayacaklardı, biliyorlardı. Ancak o iki ince zardan örtü; gözlerini, anlatmak istediklerini gizleyebilecek güçteydi birbirlerine karşı. Zaman aktı, düşünceleri birbirine dolaştı fark etmeden. Mariposa gözlerini araladı. Rebel’in gözleri kapalıydı ve hala uzaktı ondan. Yıllarca, yollarca. Tümünü yürüdü birkaç salisede, omzuna dokundu. Teni bir ölü bedeni gibi soğuktu. Titreyen ellerini omzundan çekerken onun gerçekten söylediği gibi bir ölü olabilme ihtimalini düşündü. Söylediklerini ve söylemek istediklerini düşündü. Ne yapması gerektiğini biliyordu. Yalnızca söylediklerini anladığını düşünecekti Rebel… Başının yanındaki komodinin üzerinde bulunan kitabın arasına bir not iliştirdi.
Romantik bulunamayacak bir gün doğumu oldu. Ne sıkıcıydı bir şeyler söyleme gerekliliği. Günün aydınlanmış olduğunu tekrarlamanın ne anlamı vardı? Uyumadan uyandılar. Rebel doğruldu yattığı yerden. Gece dikkatini çekmeyen, yatağın yanındaki şiir kitabını karıştırmaya başladı ve anladı ki o an, Mariposa’nın yerinde yatmıştı. Bu, belli bir yerde uyumaya alışmış insanlar için sorun olabilirdi, Mariposa için olmamıştı. Nezaket güzel şeydi, tanımadığı bilmediği bir adama bu denli güvenmiş olmasına, naifliğine hayran olabilirdi o an. Eğer Mariposa bu kadar güzel olmasaydı… Uyku yüzünü ince bir tül gibi örtmüyor, masumiyetinin üzerini yaldızlamıyor olsaydı…
Kitabın ve Mariposa’nın güzelliği arasında gidip geliyordu Rebel. Kitabın arasındaki bir kâğıt dikkatini çekti.
“Notaları ağlayan şarkılar çal bana gitarınla Rebel, sükûnet nehirlerine karışsın ya da kanımız. Ne güzeldir kim bilir seninle ölmek…”
Rebel bir an için donup kaldı. Ardından Mariposa’nın uyandığını fark edip hızlıca notu tekrar kitabın arasına gizledi.
Mariposa uykusuz bir geceden sonra birkaç dakika için uykuya dalmıştı ki, birinin bakışlarının üzerinde dolaştığını hissedip uyandı. Bu biyolojik bir gerçekti ve bunu öğrenmesi ardından bir karalamasında “artık uyandırılmak istiyorum” demişti. Uyandırıldı. Rebel elinde kutsalı addettiği şiir kitabıyla birlikte onu izliyordu. Birbirlerine gülümsediler. Yıllardır tanışıyormuş gibi bir sadakat, bağlılık ve güvenle. Sanki o sabah gülümsemeseydiler birbirlerine, güneş doğmamış olacaktı ve -düştükleri aşikârdı ama- hiç doğrulmamış gibi olacaktı onlar dünyaya, -kalkamadıkları aşikârdı ama-  hiç doğrulmamış gibi olacaktı onlar dünyada.
Mariposa kalkıp mutfağa gitti. Birkaç dakika sonra elinde iki kahveyle geri döndü.
Günün en sıkıcı öğünü kahvaltı bence. Uykunun o ütopik krallığından henüz ayrılmışken olabilecek en alelade şekilde beden acıktığını bildiriyor ve bir şeyler yiyorsun. Hâlbuki zihnin hala dünyanın olağanlıklarından uzak, gördüğün rüyaları yineliyor. Ben bedenimin değil, zihnimin isteklerini önemsiyorum. Evet, yapılabilecek en berbat ön sunum ardından sorabilirim; kahve ister misin?
Rebel elinde olmadan güldü bu konuşmaya ve cevap verdi.
Çok iyi olur, teşekkür ederim.

Mariposa oluşturduğu bu gereksiz karmaşa ve yaptığı gevezelik yüzünden kendine kızarak kahveyi Rebel’e uzattı. Kendi kahvesinden ceza mahiyetinde büyük bir yudum aldı. Refleksif olarak yüzünde beliren acı ifadesini Rebel’in fark etmemesi için yüzünü pencereye doğru çevirdi. İçinden söylemeden edemedi yine de; isteğim sana bir şeyler anlatmak değil, dinleyişini izlemekti…
Rebel hala elindeki şiir kitabıyla ilgileniyordu. Kitabı kapatıp kahvesinden bir yudum aldıktan sonra Mariposa’ya dönüp;
Teklifimi düşündün mü? dedi.
Cevabı kitabın arasındaki notla birlikte verdim dedi Mariposa da gülümseyerek.
Rebel’in o güne dek aldığı en güzel cevaptı. Hemen o gün yola çıkacaklardı. Mariposa sırt çantasına birkaç not defteri, kalem ve kitaplarını koydu. Geriye bırakarak her zaman şikâyet ettiği hayatını, yola çıktılar. Hedefleri The Ridges’tı, haritaları yoktu, birlikte gidiyor olmak vardı ve önemli değildi herhangi bir yere varmak.

Yol…
Yol…
Yol…

Bir bölümünü yürüyerek, bir bölümünü otostopla kat ettikleri. Ama en önemlisi de bitimsiz konuşmalar yapmaları birbirleriyle. Zaman zaman kaybolmalı rotalarında, birbirlerinde. Aç kalmaları sonra, gülmeleri uzun uzun, ağlamaları kesik kesik hıçkırıklarla. Bir şeylerin başlaması… Biliyor ve korkuyorlardı yinelemeye; bir insanı sevmekle başlar her şey.      
Rebel sevmek istemedi, gitmeliydi, geride bırakmamalıydı “gitme” diyen birini. Bırakamadı. Mariposa istemedi sevmeyi, birlikte ölmeyi planlamıştı onunla, birlikte olmak olmazdı. Oldu.
Sevdiler. Seviştiler. Tutku büyüdü, Mariposa “İnsanın katiline duyabileceği kadar garip bir tutku bu duyduğum Rebel, kanımı akıtsan gülümserim tenime dokunmanın saadetiyle” dedi. Teslim oldu tüm varlığıyla. Ne büyük mutluluktu bu denli güvenebilmek bir insana…
Artık her şey bir yandan daha zor, bir yandan daha kolaydı.
Yolculuklarının kaçıncı kilometresi, belirsiz.
Bulundukları şehir, belirsiz.
Ne yapmak istedikleri, Rebel’in dahi, artık belirsiz.
Bir şeyleri belirli hale getirmeleri gerekiyordu, konuştular.

Mariposa bulundukları kumsalda şekillerinden anlamlar çıkarmaya çalıştığı küçük kum birikintilerinden başını kaldırıp, Rebel dedi.
Seninle geldim ve bu hayatımda aldığım en iyi karardı. Ama, ama artık olmaz.
Rebel bakışlarını denizden çevirip anlamayan gözlerle Mariposa’ya baktı. Mariposa devam etti:
Birlikte olmanın güzelliğine beni inandırdın. Birlikte ölemeyiz. Yalvarırım, gitme…
“Her şey basit olmalıdır, tümüyle basit.” Gitmesini istemediğiniz birine gitme diyebilmelisiniz. Rebel evet demesi için yalvarır bir ses tonuyla konuştu bu kez, dilinden kelimeler kanatarak söküldü:
Beni buna ikna edebilir misin?
Mariposa yamamak ister gibi tüm yaralarını;
Ederim! Her şeyin bambaşka olabilmesi mümkün. Kurtulalım realiteden. Zaten en büyük adımı atmadık mı bunun için? Kendi hayat standartlarımızı, kavramlarımızı oluşturalım. Hüzün diyelim mesela mutluluğa, üzgünken de iyi hissedebilelim. Ölüm olsun artık hayatın adı, onların yaşamını unutalım!
Rebel bakışlarını yere eğdi. Mariposa kutsalı addettiği kitabı çabucak çantasından çıkarıp son sayfasını açtı.
Özgür olabiliriz…

Sessizlik…
Sessizlik…
Sessizlik…

Yalnızlığı bilenlere sorun, hepsi söyler: en zoru da umutsuzluktan kurtulmaktır. Ve en kolayı, bunu bir insan yardımıyla yapmaktır. Rebel artık yalnız değildi. Ellerine dokunan bir çift el vardı. Hal böyleyken bir jilet tekrar ikamet edemezdi parmaklarının arasında, gezinemezdi bileklerinde. İnanmalıydı Mariposa’ya, bu daha kolaydı…
Özgür olabilir miyiz gerçekten? Bu dünyada yaşanılabilir bir yer var mı?
Evet dedi Mariposa, sımsıkı sarılıp devam etti. İşte burası Rebel… Dünya üzerinde yaşanılabilir tek yer senin bedeninin yanı.
Kendini inandırmaya çalışarak sarıldı Rebel de. Mariposa fısıldadı:
Başımı döndürüyor çürümüşlüğünüz ve ağır bir kan kokusu yükseliyor dünya denen harabeden. Uyumaktan başka çaresi yok mu Rebel, tümünden sıyrılıp yalnız senin şiirsel sesini dinlemenin demiştim. Var, artık var biliyorum. Sonsuzluğu anlat bana! Duydum çünkü seni, duydum Rebel ölgün ruhunun ürkek ürküsünü. Ve korkmadım senden! Bırakmadım, bırakmayacağım. Seni seviyorum…

Cevap veremedi Rebel, ruhundan damlayan birkaç damla kan saydamlaşıp döküldü gözlerinden, mutlulukla karışık.

Mutluluk…
Mutluluk…
Mutluluk… Gözyaşıyla karışık.

Haklıydı Mariposa, mümkündü bambaşka olması her şeyin. Bir ütopyaya vardılar birlikte. Mariposa gerçek bir kelebek oldu, Rebel de birçok kez görmesine rağmen kendisini yakalamaya kıyamayan bir kelebek gözlemcisi. Mariposa’nın peşinden ömrü boyunca gitmek için kendine söz verdi bu kez. Mariposa kelebeklere yaraşır bir naiflikle akıtmıştı çünkü sesini Rebel’in içine; bu dünya kötü, korkuyorum, koru beni…

Mariposa, Rebel’in Korubenisi[1]ydi artık…

Rebel’in sesine karıştı Mariposa’nın sesi. Yüksek sesle yinelediler manifestolarını –ne kadar yüksek olabilirse bir kelebeğin sesi-:

“Sen onlara de ki: Bu çıkmazın başka sokaklara bakan ucunu kapattım. Yaşam nasıl yaşanırdı unuttum. Artık özgürüm.”[2]


[1] Kelebek türü.
[2] Fırat Caner’in Zeval isimli kitabından alıntıdır.