1 Ağustos 2015 Cumartesi

ÖZGÜRLÜK KANATLI REBEL’İN KORUBENİSİ



  



"Aleksandria ve Roy'la karşılıklı ağladık. O, benim de hikâyemdi."
Yazdı müsvedde bir kâğıda. Filmi kaçıncı izleyişi olduğunu anımsamaya çalıştı ancak belli bir sayı düşmedi zihnine. Film süresince kendisine eşlik eden yağmurun da onu terk ettiğini duydu. Bir şeyler daha yarım kalmıştı. Kadın yarımdı, biliyordu. Nasıl tamamlansındı kim bilir, susuyordu. Saate baktı, yalnızca saat işlevini kullandığı telefonundan, 3.42 Kim duyabilirdi iç sesinin gizil tınısındaki batık mavna ağıtlarını? Bir kendisi. Ne sıkıcıydı kendini duymak her an. Düşünmemeyi denedi. Sıkılmayı kendine olağan hal edinmiş olması gecenin öldürücü darbelerini meşru kılmıyordu. Sessizlik Orta Çağdan koşup gelen yaldızlı bir hançercesine saplanacakken ruhuna, birkaç nota engel oldu buna saydam bir duvar gibi. Pencereye doğru yaklaşıp perdenin arasından sokağı izlemeye koyuldu. Kendisine Gerard de Nerval'i hatırlatan birkaç sokak lambası, üzerinde kim bilir kaç kişinin izini taşıdığı belirsiz olan kaldırım taşları, yağmur henüz dindiğinden muhteşem birer imge niteliğinde soluk sokak tuvali üzerinde gezinen sokak köpekleri ve o. Alıştığı manzarayı bir anda değiştiren, bu yetmiyormuş gibi bir de sessizliği yumuşak notalarla örseleyen adam. Çevresindeki küçük su birikintilerinin dahi akıp gitmek isteyeceği kadar karamsar bir ezgi titreştiriyordu pencerenin hemen dışındaki sonlu atmosferi. Orada öylece kaç dakika durduğunu bilemedi, hareket ettiğini kendini masanın başında kâğıdın birine bir şeyler karalarken fark etti. Sonra o kağıdı avucunun içine gizleyerek koşar adım evden çıktı. Apartmanın dışına vardığında adamın tam karşısında duruyordu. Onu kendisinden başkasının fark etmediğini umarak bir serenat addedip kulağına ulaşan nota dizisini, orada öylece beklemeye devam etti. Adam kendisini görmüyor gibiydi. Görünmez olma fikrini küçüklüğünden beri severdi. Görünmezdi! Tüm mümkünlerin kıyısı burası olmalı diye geçirdi içinden. Ve boğulma fikrini sevdiğini düşünerek adamın yanına doğru küçük ve ürkek adımlarla ilerledi. Elinde kendine mini bir yer edinmiş kırışık kağıdı adamın önündeki taşa bırakıp hızlıca eve yöneldi. Merdivenleri ikişer üçer çıkıp pencerenin önüne ulaştığında sokakta kimsenin olmadığını gördü. Üstelik bıraktığı kâğıt da yerli yerindeydi. Bu olayın bir hayalden ibaret olabileceği düşüncesi beynini paramparça edercesine kafasında dolaşıyordu. Kendini yatağın üzerine bıraktı ve ağlayabilmeyi istedi. Olmadı, kalktı, kâğıdı oradan almak için ağır adımlarla merdivenlerden indi. Ve yaşlar boşalmış olsa çok daha iyi hissedeceğini bildiği gözlerini o noktada ve çevresinde gezdirdi. Kâğıt yoktu. Artık delirdiğinden emin olabilirdi belki de. Ya da yalnızca uyuyabilirdi. İki tane hap eksildi şişeden ve yere düştü tuzla buz olmadan hemen önce bardak.

 

"Karanlığı görünür sanardım, bu gece duydum onu, tellerinde müntehir ettiğin notalarınla."
Yaptığı müziği kendi gibi duyan ve ifade eden biriyle ilk kez karşılaşıyordu. Tellere elleriyle değil de ruhunun karanlığıyla dokunup, kanamanın müziğini yapıyordu insanların uyuyarak heba ettiği gecelerde. Geceye karışıyordu sessizce. Notu defalarca okudu. Önce almaya cesaret edemeyip yanından uzaklaştığı ancak sonrasında koşarak geri dönüp aldığı notu. Notaların müntehir olması üzerine düşündü uzun uzadıya, yanında onca şair siluetiyle. Cevap vermeseler de sordu müntehirliği en iyi bilen şairlere içinden, alçak sesle. Hatta bir şeyh bulsa Ah Muhsin Ünlü gibi, ona da sorardı: notaların intihar ettirilmesi onları da sonsuz bir azap yurduna gönderir mi, zaten ben onlara bunca işkenceyi ederken? Ama bir şeyhi yoktu o an. Dahası bir şehri de. Ancak o gece, o şehri kendisine vatan bildirtecek, ne idüğü belirsiz bir sempatizanlıkla uğrunda kamuflajlar içinde ölecek kadar çok sevmesini sağlayan o kadını fark etmişti. Bu böyledir zaten, onlarca insan içinde birini fark ederiz ve sonra onun uzaktan yahut yakın temasla ruhumuza vurduğu darbeleri izleriz. Bozguna uğratılmak en sevdiğimizdir, en sevdiğimiz tarafından. Ve çok severiz klişeleri, ne güzel ard arda sıralarız tümünü. Peki, neden kaçmıştı oradan o kadınla tanışmak yerine, notu onun sesinden duymayı neden reddetmişti? Bunun cevabını okudu bir kez daha sol bileğindeki on bir santimetre uzunluğundaki koca bir hayat çizgisinden. İsmi buydu, hayat çizgisi. Hayatının en iyi özeti niteliğinde bedeninde bulunan bir iz. O izin oluşmasını engelleyebilecek bir kadın vardı ve umursamamıştı adamın o gece parmaklarının arasında bir jiletin ikamet etmesini. O gece ölmüştü adam. Kadının sonraki merhamet gösterisini, ambulansı, sargıları ve saireyi de bu kez adam umursamamıştı. Kalan hayatını bir ölü olarak geçireceğine dair söz vermişti kendine. Yalnızca geceleri canlılık belirtisi göstereceğine ve insanlara görünmeden onların etraflarında gezineceğine dair sözler. Başarılı bir şekilde de uyguluyordu bunları uzun zamandır. Fakat o gece her şey alt üst oldu. Sözler parçalandı zihninde. O küçük notun anlamına yer açtı aklında bulunan ne varsa. Kadını bir daha görmeyeceğine dair sözler verdi bu kez kendine. Güneşin doğuşuyla her sabah üzerine aldığı uyku örtüsü bu kez örtmemişti onu ve üşüyordu. Tüm bedeninin titrediğini görüyordu, ruhunun titrediğini duyuyordu. Her zaman kafasının içinde yinelenen senfoni susmuş, bildik bir melankoli sessizlik konçertosunu sunmaya başlamıştı. Bunun nedenini biliyordu. Evrendeki en aptal insan olduğunu küfreder gibi bağırarak aynadaki siluete, beynine düşünmemesini emrediyordu diktatör bir liderin dilinden. Bu berbat durumun nedenini çok iyi biliyordu. Kafasının dağılması için her şeyi yapabilirdi o an, mecaz ve gerçek anlamda. Çünkü acı size kendisini unutabileceğinizi fısıldar eğer kanınızı akıtırsanız…
Uyuyamadı ve kendini bir filmin içine attı.
Düşüşünü en somut biçimde duyabileceği filme.
                         The Fall.



 


Dünya üzerindeki en berbat eylem nedir diye soracak olsalar kuşkusuz “uyanmak” derdi. Artık gözlerini kapatmasının mümkün olmadığını anladığında yataktan çıkmak zorunda kalmıştı. Akşamüzeriydi. Pencerenin önünden geçerken gözü bir an dışarıda belli belirsiz bir noktaya takıldı ve hafızası çok gerekliymiş gibi geceyi kendisine yeniden yaşattı. Düşünmemeye çalışarak kendini banyoya soğuk duşun altına attı. Soğuk suyun göğsüne her çarpışında derin derin nefesler alıyor, dünya üzerinde bulunmadığını hayal ediyordu. Hayallerimizde dilediğimiz hayatı yaşarız, bu insanın sahip olduğu en mükemmel niteliktir. Bu zihinsel yaratı gücü Tanrı’nın insana verdiği en güzel özellik diye düşündü bir denizkızıyken kendi okyanusunun derinliklerinde. İçi bir okyanustu ve hüzün çapa misali saplanıyordu an be an kalbine. Kendi içinin derinliğinden kapı zilinin çirkin ezgisiyle sıyrılıverdi. Birden yeniden dünyada buldu kendini. Üzerine geçirdiği bornozla dışarı çıktığında havanın kararmış olduğunu gördü. Kapı ikinci kez çaldı ve seri adımlarla, aklının kendisine sunduğu geceki durumun gösterimini, o adamın gelmiş olabilme ihtimalini umursamadan kapıya ulaştı. Açtığında karşısında alt kattaki yaşlı kadını buldu. Banyosuna su damladığını, uzun süreli su akınca böyle bir sorun yaşandığını, banyosunun zeminini onarma gerekliliğini ve daha bir sürü ilgisini çekmeyen şeyi anlattı. En kısa sürede ilgileneceğini söyleyip kapıyı hızlıca kapattı. Yatağına gidip yarım bıraktığı kitabını okumaya çalıştı karışık düşüncelerle. Yarım saat kadar sonra kitabı bir kenara bıraktı. Mutfağa gidip kendine bir kahve yapmayı düşündü. Yerinden kalktığında kapı tekrar çaldı. Ve o an yaptığı ahmaklığı hatırladı. Küvetin suyunu boşaltmamıştı, muhtemelen alt kattaki banyoya su damlamaya devam etmişti. Yine o yaşlı kadının geldiğini düşünerek, yüzüne sahte bir pişmanlık ifadesi yerleştirerek kapıyı açtı. Kimse yoktu. Etrafa iyice bakındı, kapıyı tam kapatacakken yerde o notu buldu.

“Bir ölünün müziğini duydun, bu kadarı yeterli. Onu hayata döndürmeye çalışma.”

Bir ölünün müziğini duymak… Kalbi tüm evrende yankılanırcasına atmaya başladı. Evet duymuştu! Gece bilmem kaçıncı kez tekrarlandı kafasında. Duymuştu ve ilk kez hiç çekinmeden ifade etmişti hissettiğini. Notu tekrar tekrar okudu. Ondan geliyordu ve belli ki kendisini düşünmesi ulaşmıştı ona. Yeniden görmeliydi onu. Hızlıca giyinip ıslak, karışık saçlarıyla, karmakarışık düşünceleriyle sokağa çıktı. Buralarda bir yerlerde olmalıydı. Sokağı belli belirsiz adımladı. Bir süre çevreye bakındıktan sonra nefes nefese kendini bir bankın üzerine bıraktı. Her şey olağandı. Gecenin olağan karanlık pelerini üzerinde bulunan yıldızlar her şeyden habersiz müthiş bir uyum içinde yeryüzünü izliyorlardı. Kadınla göz göze geldiler. Sonrasında yine habersizce parıldamaya devam ettiler. Ne kadının kafasının içinde yankılanan notaları duydular, ne her şeyin önüne geçmiş o notu okudular. Kadın da umursamadı onları, tek bir düşüncesi vardı o an. Adamı bulmak. Çünkü onu duymuştu ve duyup duyabileceği en harikulade ezgi olduğunu biliyordu onun, dünya denen dağınık portede…
Banktan kalkıp umutsuzca evin yolunu tuttu. Kafasında hala o notalar yankılanıyordu ancak bu kez yarım şekilde. Adamı bulsa tamamlanacaktı biliyordu, yarımdı, tamamlanacaktı biliyordu.
Eve vardı ve merhabalaştı uykusuz bir geceyle.


 


Notu kapıya bırakması, birkaç merdiven basamağı, kısa bir yürüyüş ve nihayetinde küllerinin savrulmasını istediği deniz. Yaklaşık on dakika içinde gerçekleşen bu olay zinciri ona zamansız gelmişti. Herhangi bir tahmini yoktu ne kadar sürdüğüne dair. Yalnızca anı biliyordu, yakılmayı istiyordu, yüzmeyi maddenin kül haliyle denizde… Deniz olma isteğini hatırladı. Ona karışmayı deneyip reddedilişini. Denizin ona etinden, kemiğinden sıyrılmadan onu kabul edemeyeceğini fısıldayışını… Taşımaktan yorgun düştüğü bedeninden nefret etmişti o an bir kez daha. Denemişti ama kazıyamamıştı ruhunu ondan. Tarafından bırakıldığı bir kadının ses tellerinin şu tınıca titreşmesi engel olmuştu ona: beni bırakma…
Gereksiz düşüncelere daldığını fark etti. Geçmiş her zaman rengârenk bir yüzeyce seslenip, aslında bir bataklık olduğunu kısa süre sonra hissettiriyordu insana. Hissetti. Sıkıldı. Bir denizkızı düşledi kendi derinliğinde yüzen. Ardından göğsüne bastırıp denizkızının nemli saçlarını, bir nebze olsun dindirmesini diledi acısını Tanrı’dan. Zihnini uyuşturacak maddeler koşar adım geldi sonra, kadını hiç düşünmeden sonlandırdı gecesini. Buna inandırmak istedi kendini. “Düşünmedim!”dedi hatta kulaklarının işitebileceği kadar yüksek bir ses tonuyla, denizkızının bedenine kazırken kadının siluetini.


 


Uykusuz gece sürüyor ve yalnızca şiirlerle dindirilebilecek bir acı sunuyordu kadına. Bir şiirin dizelerine sarıldı…
“ne mantıksız acı duymak
bu denli
ne garip, duymak
susturmak istediğin kendini
yankılanıyor zihnimin koridorlarında
“bir ölüye aşık olmuş olma ihtimalim”
tarafımdan onaylanan üstelik…

bulacağım seni
ve
duyacağım ölgün ruhunun
ürkek ürküsünü.
öğreteceksin bana,
kefene sarılı bir aşkı
yahut
kül halini belki maddenin

itiraflarımın en nedensizi vuku buluyor:
bir ölüyü seviyorum dünyaca!
tanımadan, bilmeden,
                     sessizce…”


 




Kendine geldiğinde güneş henüz batıyordu. Kızıl bir uyanış olmuştu kasvetli bir uykudan. Unutmayı diledi o an bildiği ne varsa. Kadını anımsamıştı çünkü ve zihnini işgal eden onca bilgi kadının yer etmesini engelleyemiyordu aklında. Banktan kalkıp gitarını bıraktığı barakaya gitti ve ardından bıraktı kendini ayaklarının olağan rotasına. Vardığında şaşırmamıştı geldiği noktaya. Kaldırım taşları buyur etti önce, sonra pencerenin biri hoş geldin dedi. Tellere dokundu sonra, tanımadığı bilmediği bir kadına en karanlık serenadını yapmaya başladı…


 



                                                         Birleşiyor muydu hikâyeleri?
                       Yoksa Kaan İnce’yi mi yineliyoruz bu solukta da?
                                   Kavuşmalar ayrılık mıdır gerçekten bazen?


 



Kendi içinde yankılanan dizelerle uyanmaya alışmıştı kadın uykularından ancak alışık olmadığı bir durum içindeydi birkaç gündür. Notalar uyandırıyordu bu kez onu, yalnız onun duyabildiği eşsiz bir armoni. Uyandığında etraf karanlıktı. Bildik bir ezgiyle uyanmıştı yine ve şaşırtmamıştı bu onu, somut olduğunu fark edene dek… Çıplak ayakları parkelere küçük dokunuşlar yaptı birkaç adım. Ardından ışıldadı sanki pencerenin ardı. Gelmişti… Ne yapacağını bilemedi o an. Not yazmayı düşündü, titreyen elleri kâğıtları dahi kavrayamadı. Ne olacağı umurunda değildi. Kapıyı açtı, merdivenleri geçti ve sandı ki o an kendisi bir kuştu! Uçmaksa da, esaretse de varmak istediği tek yer vardı ve oraya vardı. Adamın bakışlarının üzerinde dolaştığını hissediyordu. Yanına yaklaşıp tam karşısına oturdu. Evrende söz namına bir şey kalmamıştı, yalnızca bakışmak vardı. Bakışlarından okudular birbirlerini. Şarkı bitti, rüzgâr dindi, bakışmak hala yerli yerindeydi. Bir yağmur yağsaydı o an ve kadın yaratılışına dönseydi, adamın tenine bulaşma düşüncesi geldi sokağın aklına, -garip şey, sokaklar bile düşünebiliyordu bazen- kadını gülümsetti…
Biri merhaba dedi, biri susmasını istedi.
Biliyorum çünkü ne söyleyeceğini, sen bilmediğini sanıyorsun ne dinleyeceğimi ama biliyoruz ikimiz de, birbirimizi.
            Biliyoruz ama yineleyelim dedi biri, hayat denen dilim yinelemekten ibaret değil mi?
            Haklıydı biri ve yinelemek istediler bildiklerini en klişe şekilde.
Kadının evine gittiler.
            Dağınıktı oda, dağınıktı ruhları. Adam kendi notunu fark etti masanın üzerinde. Ardından kadın belirdi loş odanın içinde. İkisi de unutmuştu bildikleri ne varsa. Karşılıklı oturuyordu bedenleri. Çoktan birleşmişti ruhları. Kadının aklına şiirler geldi, birkaç gece önce dizelerine sarıldığı şiiri buldu masanın üzerindeki kâğıt yığınının arasından. Adam okudu ve sükûnetiyle alkışladı, yüceltti ve yineledi kadını. Tanışmaları gerekiyordu, tanıştılar.
Mariposa.
Rebel.
Yahut
Rebel.
Mariposa.
Ne önemi vardı isimlerinin sırasının? Adamın adı Rebel değildi öyle dedi, kadın kelebek olmak istedi, oldu. Ne önemi vardı isimlerinin? İkisi de biliyordu kısa süre sonra eskizlerinin silineceğini dünya denen eprimiş defterden. Efsane olmak gibi bir istekleri de yoktu. Her şey basitti nazarlarında. Doğmak, yorulmak, dinlenecek bir beden bulmak ruhları için ve nihayetinde birlikte karışıp gitmek sonsuzluğa. Bir şeyler anlatmaları gerekiyordu fakat sıkıcıydı hayat hikâyeleri. İkisi de şiirleri severdi. Bildikleri tüm şiirleri okudular birbirlerine, sessizce. Ardından adam konuşmaya başladı.
Bir ölünün müziğini duyduğunu söylediğimde ciddiydim.
Nasıl yani?
Ben bir ölüyüm. Henüz somut bir çürümeye sahip değil bedenim ancak içim çoktan ayrıştı.
Kadın anlayamadı. Gözlerini kısarak bakışlarıyla sorusunu tekrarlarcasına adama baktı. Adam açıkça anlatmıştı ama anlaşılır şey değildi bu.
Cotard Sendromu demişlerdi şu çizginin nedeni olarak zaten bir ölü olduğumu, bu durumu somutlamak istediğimi söylediğimde. Bir kobay gibi incelendim. Her birimizin birer toprak birikintisi olduğunu söylediğimde, onaylarını okudum gözlerinden ama kimlikleri bana hak yerine ilaç verebilirdi yalnızca. Uyuşturabilirlerdi kendime zarar vermemem için. Yaptılar. Legal torbacılar gibi. Komik değil mi? Elindeki renkli bir reçete seni bu gri yerden rengârenk bir diyara götürebiliyor, üstelik meşru yolla!
Gülümsemesinden anlattıklarında ciddi olduğu anlaşılıyordu. Kadın susmaya devam etti. Mimik sahnesinde şaşkınlığı sergileniyordu. Adamın gülümsemesi nitelikli bir izleyici kitlesi gibiydi buna karşılık. İzleyicilerin tümü terk etti salonu ardından, adam konuşmaya devam etti:
The Ridges’a gitmek istiyorum. Gerçek bir tedavi; terapi ve arınım için. Bu nedenle bir süredir yoldayım. Verdiğim kısa bir molada müziğimi duydun.
The Ridges mı? Orası eski, terk edilmiş bir akıl hastanesi değil mi?
Evet öyle, ancak orada beni bekleyenler var. Annem addettiğim bir kadın özellikle. Elli dört yaşındaydı, o hastanede belli süre için ikamet ediyordu. Altı hafta boyunca kayıp olduğu söylendi, sonra kullanılmayan koğuşlardan birinde ölü bulundu. Ne çok severim onun ölüm seremonisi… Önce kıyafetlerini soyunmuş, katlayıp bir kenara bırakmış. Ardından da soğuk betonun üzerine uzanmış kendi ruhunu soyunup sonsuzluğa karışmış… Ne masalsı değil mi?
Dinledikleri karşısında ürperen Mariposa yine de adamın çekimine karşı koyamıyordu. Burada da kendisini bekleyen hatta beklemeye katlanamayacak olan biri olduğunu söyleyebilir miydi? Doğru olur muydu? Hiç tanımadığı bir adama bu denli hayran olması, onu yolundan döndürme isteği normal miydi? Doğruyu kim belirliyordu, normal kime göre normaldi? Söyledi:
Gitme, burada kal.
Rebel yüzünde düzgün bir stille yazıldığı belli olan acının okunmamasını istercesine gülümseyerek,
Gitmem gerektiği halde çok kez kaldım, bu kez olmaz. Dediğim gibi, henüz bedenim çürümedi ama ben bir ölüyüm. Yalnızca bu hali somutlamaya ihtiyacım var. Herkesin hayalleri vardır, benim hayalim de bu somutlama işlemini The Ridges’ta yapmak. Biraz renk getirmek istiyorum o hayallerimdeki hastaneye. Mumlar, yeryüzündeki tüm dinleri kapsayacak türden bir ayin ve nihayetinde özgürlük! Hayat çizgimin üzerinden geçmek istiyorum tekrar. Bana kal demen kadar çılgınca bir fikir bu ama söyleyeceğim; sen de gel…
Bedenim mini bir kan gölünün içinde dünyanın en keyifli yüzüşünü yaparken yanımda olmak ister misin?
Bu cevap karşısında Mariposa irkildi. “Sen de gel” cümlesi bir damar gibi zonklamaya başladı başında. O damarı bulmak istercesine, sanki beyni bu şekilde düşüncelerini daha hızlı nihayete ulaştıracakmış gibi elini başına götürüp sağ şakağını ovmaya başladı. Bir şeyler söylemeliydi, söyledi:
Uyuyalım mı?
Normlar yine çabucak ulaşmıştı odaya. Tam Rebel’i tutup kapı dışarı ediyorlardı ki, Mariposa engel oldu. Bazı zamanlar böyledir, uykuyla sonlanması gerekir gecenin. Verilemeyecek cevapların boşluğuna karışmak fazla gelir çünkü insana. O anlarda uyku en şefkatli sığınaktır.
Yan yana uzandılar birbirlerine değmeden. Aralarına yeniden kilometreler girdi. İkisi de uyumuyordu, uyumayacaklardı, biliyorlardı. Ancak o iki ince zardan örtü; gözlerini, anlatmak istediklerini gizleyebilecek güçteydi birbirlerine karşı. Zaman aktı, düşünceleri birbirine dolaştı fark etmeden. Mariposa gözlerini araladı. Rebel’in gözleri kapalıydı ve hala uzaktı ondan. Yıllarca, yollarca. Tümünü yürüdü birkaç salisede, omzuna dokundu. Teni bir ölü bedeni gibi soğuktu. Titreyen ellerini omzundan çekerken onun gerçekten söylediği gibi bir ölü olabilme ihtimalini düşündü. Söylediklerini ve söylemek istediklerini düşündü. Ne yapması gerektiğini biliyordu. Yalnızca söylediklerini anladığını düşünecekti Rebel… Başının yanındaki komodinin üzerinde bulunan kitabın arasına bir not iliştirdi.
Romantik bulunamayacak bir gün doğumu oldu. Ne sıkıcıydı bir şeyler söyleme gerekliliği. Günün aydınlanmış olduğunu tekrarlamanın ne anlamı vardı? Uyumadan uyandılar. Rebel doğruldu yattığı yerden. Gece dikkatini çekmeyen, yatağın yanındaki şiir kitabını karıştırmaya başladı ve anladı ki o an, Mariposa’nın yerinde yatmıştı. Bu, belli bir yerde uyumaya alışmış insanlar için sorun olabilirdi, Mariposa için olmamıştı. Nezaket güzel şeydi, tanımadığı bilmediği bir adama bu denli güvenmiş olmasına, naifliğine hayran olabilirdi o an. Eğer Mariposa bu kadar güzel olmasaydı… Uyku yüzünü ince bir tül gibi örtmüyor, masumiyetinin üzerini yaldızlamıyor olsaydı…
Kitabın ve Mariposa’nın güzelliği arasında gidip geliyordu Rebel. Kitabın arasındaki bir kâğıt dikkatini çekti.
“Notaları ağlayan şarkılar çal bana gitarınla Rebel, sükûnet nehirlerine karışsın ya da kanımız. Ne güzeldir kim bilir seninle ölmek…”
Rebel bir an için donup kaldı. Ardından Mariposa’nın uyandığını fark edip hızlıca notu tekrar kitabın arasına gizledi.
Mariposa uykusuz bir geceden sonra birkaç dakika için uykuya dalmıştı ki, birinin bakışlarının üzerinde dolaştığını hissedip uyandı. Bu biyolojik bir gerçekti ve bunu öğrenmesi ardından bir karalamasında “artık uyandırılmak istiyorum” demişti. Uyandırıldı. Rebel elinde kutsalı addettiği şiir kitabıyla birlikte onu izliyordu. Birbirlerine gülümsediler. Yıllardır tanışıyormuş gibi bir sadakat, bağlılık ve güvenle. Sanki o sabah gülümsemeseydiler birbirlerine, güneş doğmamış olacaktı ve -düştükleri aşikârdı ama- hiç doğrulmamış gibi olacaktı onlar dünyaya, -kalkamadıkları aşikârdı ama-  hiç doğrulmamış gibi olacaktı onlar dünyada.
Mariposa kalkıp mutfağa gitti. Birkaç dakika sonra elinde iki kahveyle geri döndü.
Günün en sıkıcı öğünü kahvaltı bence. Uykunun o ütopik krallığından henüz ayrılmışken olabilecek en alelade şekilde beden acıktığını bildiriyor ve bir şeyler yiyorsun. Hâlbuki zihnin hala dünyanın olağanlıklarından uzak, gördüğün rüyaları yineliyor. Ben bedenimin değil, zihnimin isteklerini önemsiyorum. Evet, yapılabilecek en berbat ön sunum ardından sorabilirim; kahve ister misin?
Rebel elinde olmadan güldü bu konuşmaya ve cevap verdi.
Çok iyi olur, teşekkür ederim.

Mariposa oluşturduğu bu gereksiz karmaşa ve yaptığı gevezelik yüzünden kendine kızarak kahveyi Rebel’e uzattı. Kendi kahvesinden ceza mahiyetinde büyük bir yudum aldı. Refleksif olarak yüzünde beliren acı ifadesini Rebel’in fark etmemesi için yüzünü pencereye doğru çevirdi. İçinden söylemeden edemedi yine de; isteğim sana bir şeyler anlatmak değil, dinleyişini izlemekti…
Rebel hala elindeki şiir kitabıyla ilgileniyordu. Kitabı kapatıp kahvesinden bir yudum aldıktan sonra Mariposa’ya dönüp;
Teklifimi düşündün mü? dedi.
Cevabı kitabın arasındaki notla birlikte verdim dedi Mariposa da gülümseyerek.
Rebel’in o güne dek aldığı en güzel cevaptı. Hemen o gün yola çıkacaklardı. Mariposa sırt çantasına birkaç not defteri, kalem ve kitaplarını koydu. Geriye bırakarak her zaman şikâyet ettiği hayatını, yola çıktılar. Hedefleri The Ridges’tı, haritaları yoktu, birlikte gidiyor olmak vardı ve önemli değildi herhangi bir yere varmak.

Yol…
Yol…
Yol…

Bir bölümünü yürüyerek, bir bölümünü otostopla kat ettikleri. Ama en önemlisi de bitimsiz konuşmalar yapmaları birbirleriyle. Zaman zaman kaybolmalı rotalarında, birbirlerinde. Aç kalmaları sonra, gülmeleri uzun uzun, ağlamaları kesik kesik hıçkırıklarla. Bir şeylerin başlaması… Biliyor ve korkuyorlardı yinelemeye; bir insanı sevmekle başlar her şey.      
Rebel sevmek istemedi, gitmeliydi, geride bırakmamalıydı “gitme” diyen birini. Bırakamadı. Mariposa istemedi sevmeyi, birlikte ölmeyi planlamıştı onunla, birlikte olmak olmazdı. Oldu.
Sevdiler. Seviştiler. Tutku büyüdü, Mariposa “İnsanın katiline duyabileceği kadar garip bir tutku bu duyduğum Rebel, kanımı akıtsan gülümserim tenime dokunmanın saadetiyle” dedi. Teslim oldu tüm varlığıyla. Ne büyük mutluluktu bu denli güvenebilmek bir insana…
Artık her şey bir yandan daha zor, bir yandan daha kolaydı.
Yolculuklarının kaçıncı kilometresi, belirsiz.
Bulundukları şehir, belirsiz.
Ne yapmak istedikleri, Rebel’in dahi, artık belirsiz.
Bir şeyleri belirli hale getirmeleri gerekiyordu, konuştular.

Mariposa bulundukları kumsalda şekillerinden anlamlar çıkarmaya çalıştığı küçük kum birikintilerinden başını kaldırıp, Rebel dedi.
Seninle geldim ve bu hayatımda aldığım en iyi karardı. Ama, ama artık olmaz.
Rebel bakışlarını denizden çevirip anlamayan gözlerle Mariposa’ya baktı. Mariposa devam etti:
Birlikte olmanın güzelliğine beni inandırdın. Birlikte ölemeyiz. Yalvarırım, gitme…
“Her şey basit olmalıdır, tümüyle basit.” Gitmesini istemediğiniz birine gitme diyebilmelisiniz. Rebel evet demesi için yalvarır bir ses tonuyla konuştu bu kez, dilinden kelimeler kanatarak söküldü:
Beni buna ikna edebilir misin?
Mariposa yamamak ister gibi tüm yaralarını;
Ederim! Her şeyin bambaşka olabilmesi mümkün. Kurtulalım realiteden. Zaten en büyük adımı atmadık mı bunun için? Kendi hayat standartlarımızı, kavramlarımızı oluşturalım. Hüzün diyelim mesela mutluluğa, üzgünken de iyi hissedebilelim. Ölüm olsun artık hayatın adı, onların yaşamını unutalım!
Rebel bakışlarını yere eğdi. Mariposa kutsalı addettiği kitabı çabucak çantasından çıkarıp son sayfasını açtı.
Özgür olabiliriz…

Sessizlik…
Sessizlik…
Sessizlik…

Yalnızlığı bilenlere sorun, hepsi söyler: en zoru da umutsuzluktan kurtulmaktır. Ve en kolayı, bunu bir insan yardımıyla yapmaktır. Rebel artık yalnız değildi. Ellerine dokunan bir çift el vardı. Hal böyleyken bir jilet tekrar ikamet edemezdi parmaklarının arasında, gezinemezdi bileklerinde. İnanmalıydı Mariposa’ya, bu daha kolaydı…
Özgür olabilir miyiz gerçekten? Bu dünyada yaşanılabilir bir yer var mı?
Evet dedi Mariposa, sımsıkı sarılıp devam etti. İşte burası Rebel… Dünya üzerinde yaşanılabilir tek yer senin bedeninin yanı.
Kendini inandırmaya çalışarak sarıldı Rebel de. Mariposa fısıldadı:
Başımı döndürüyor çürümüşlüğünüz ve ağır bir kan kokusu yükseliyor dünya denen harabeden. Uyumaktan başka çaresi yok mu Rebel, tümünden sıyrılıp yalnız senin şiirsel sesini dinlemenin demiştim. Var, artık var biliyorum. Sonsuzluğu anlat bana! Duydum çünkü seni, duydum Rebel ölgün ruhunun ürkek ürküsünü. Ve korkmadım senden! Bırakmadım, bırakmayacağım. Seni seviyorum…

Cevap veremedi Rebel, ruhundan damlayan birkaç damla kan saydamlaşıp döküldü gözlerinden, mutlulukla karışık.

Mutluluk…
Mutluluk…
Mutluluk… Gözyaşıyla karışık.

Haklıydı Mariposa, mümkündü bambaşka olması her şeyin. Bir ütopyaya vardılar birlikte. Mariposa gerçek bir kelebek oldu, Rebel de birçok kez görmesine rağmen kendisini yakalamaya kıyamayan bir kelebek gözlemcisi. Mariposa’nın peşinden ömrü boyunca gitmek için kendine söz verdi bu kez. Mariposa kelebeklere yaraşır bir naiflikle akıtmıştı çünkü sesini Rebel’in içine; bu dünya kötü, korkuyorum, koru beni…

Mariposa, Rebel’in Korubenisi[1]ydi artık…

Rebel’in sesine karıştı Mariposa’nın sesi. Yüksek sesle yinelediler manifestolarını –ne kadar yüksek olabilirse bir kelebeğin sesi-:

“Sen onlara de ki: Bu çıkmazın başka sokaklara bakan ucunu kapattım. Yaşam nasıl yaşanırdı unuttum. Artık özgürüm.”[2]


[1] Kelebek türü.
[2] Fırat Caner’in Zeval isimli kitabından alıntıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder