Bir bir yoluyorum saçlarımı. Bir bir yolunmasının çünkü saçların, işkence olduğunu okumuştum bir yerde. Kan pıhtısından giydiğim elbisenin altından sızlayarak cevap veriyor bedenim. Sızı en etkili karşılık olsa gerek verilebilecek, tüm dillerde. Daha da içime işliyor acı. Bir yerden sonra teslim alıyor bedenimi de, sanki ben kurtulmak istesem saygısızlık olacak gibi. Bilmiyorum yoksa sahip olduğum-u sandığım- topraktan değil de acıdan olmuş bir ceset mi?
Kusacak gibiyim melankoliden. İğreniyorum bundan ve kendimden. Kendimi yinelemekten bıktım! Bitsin artık bu devinim. Dedim. Bitmedi. Bittim!
Dedi, bitti.
31 Ağustos 2015 Pazartesi
Ayağımın ucundaki su aygırı figürlü yastığı yere atmak üzere aldıktan birkaç salise sonra kendisine sarılmam bir olabiliyor. Ruh hali değişken bir şey sonuçta. Evet hala oyuncaklara sarılıp uyuyorum zaman zaman. Çocukken de bir bebeğim vardı uyurken hiç yanımdan ayırmadığım. Bazen de tüm bebekleri yatağa toplardım bana küçük bir yer kalırdı. Çünkü bebekler üşürdü. Öyle düşünür ısıtmaya çalışırdım plastik bedenlerini. Ahmak bir çocuktum yani. Hiçbir değişim göstermeden de büyüdüm. Evet. Çok sıkılıyorum birkaç gündür. Çok!
Çıkmayacak!
Yere attım yastığı.
30 Ağustos 2015 Pazar
26 Ağustos 2015 Çarşamba
Sopayla dövülen bir kedinin acısını duyuyorum. Neden!? Nasıl bu denli korkunç olabiliyor insanlar? Neden ihtiyaç duyuyorum onlara?
Oysa ben insan olmayı düşlememiştim hiç.
"Adi bir ıstakoz kıskacı olmalıydım
Durgun denizlerin katlarına sığınan"
Onlarla bir arada olma isteğimi anlayamıyorum. Eli sürekli aynı ateşte yanan ama buna rağmen elini geri çekmeyen bir çocuk gibiyim. Kül de olmuyor üstelik, devamlı yenileniyor, yineleniyor acı. Cehennem mi Tanrım buranın adı?
Yürüyorum. Yürümekle varılır ancak bir yerlere, bunu biliyorum. Bir geçite varıyorum. Dağ konuşuyor heybetle.
Benim dahi içimi deşen insan sana neler yapmaz? Güçlü müsün benim kadar? Gel dinlen eteğimde, dizime koy başını. Topraktan yataklarda uyu, çiçekler örteyim üzerine...
Ben dinliyorum ürkekçe. Güçlü müyüm bir dağ kadar? Değilim biliyorum. Yine de geçitten geçmeyi seçiyorum. Düpedüz ahmaklık bu. Evrenin en ahmağı insan. Bir insanım. Nefes alamıyorum suyun altında. Olamam o nedenle bir ıstakoz kıskacı. Yine de denize gitmek istiyorum.
Gidiyoruz. Dağ susuyor ardımdan ama duyuyorum onu.
Bir dağ kadar güçlüsün sen, bana karışmayı reddedebilecek kadar. Sarıl denize sıkı sıkıya. Herkes nerede mutluysa orada olmalı. Orası suyun altı dahi olsa. Üstelik orada nefes alamasa da.
Varıyoruz denize. Varmaların en güzeli! Biz kimiz, bilmiyoruz. Ben varım görüyorum. Bilmiyorum gayrısını. İçimde bulunan ne varsa, birlikte yitiyoruz. Yitiriyoruz kendimizi. Yitmelerin en güzeli!
"Oyalandık sarayında denizin
Kendimizi yosun duvaklı su perileri dünyasında bulduk
Uyandırıncaya dek insan sesleri bizi ve boğulduk"
(T.S. Eliot)
Kedi acı duymuyor artık.
Oysa ben insan olmayı düşlememiştim hiç.
"Adi bir ıstakoz kıskacı olmalıydım
Durgun denizlerin katlarına sığınan"
Onlarla bir arada olma isteğimi anlayamıyorum. Eli sürekli aynı ateşte yanan ama buna rağmen elini geri çekmeyen bir çocuk gibiyim. Kül de olmuyor üstelik, devamlı yenileniyor, yineleniyor acı. Cehennem mi Tanrım buranın adı?
Yürüyorum. Yürümekle varılır ancak bir yerlere, bunu biliyorum. Bir geçite varıyorum. Dağ konuşuyor heybetle.
Benim dahi içimi deşen insan sana neler yapmaz? Güçlü müsün benim kadar? Gel dinlen eteğimde, dizime koy başını. Topraktan yataklarda uyu, çiçekler örteyim üzerine...
Ben dinliyorum ürkekçe. Güçlü müyüm bir dağ kadar? Değilim biliyorum. Yine de geçitten geçmeyi seçiyorum. Düpedüz ahmaklık bu. Evrenin en ahmağı insan. Bir insanım. Nefes alamıyorum suyun altında. Olamam o nedenle bir ıstakoz kıskacı. Yine de denize gitmek istiyorum.
Gidiyoruz. Dağ susuyor ardımdan ama duyuyorum onu.
Bir dağ kadar güçlüsün sen, bana karışmayı reddedebilecek kadar. Sarıl denize sıkı sıkıya. Herkes nerede mutluysa orada olmalı. Orası suyun altı dahi olsa. Üstelik orada nefes alamasa da.
Varıyoruz denize. Varmaların en güzeli! Biz kimiz, bilmiyoruz. Ben varım görüyorum. Bilmiyorum gayrısını. İçimde bulunan ne varsa, birlikte yitiyoruz. Yitiriyoruz kendimizi. Yitmelerin en güzeli!
"Oyalandık sarayında denizin
Kendimizi yosun duvaklı su perileri dünyasında bulduk
Uyandırıncaya dek insan sesleri bizi ve boğulduk"
(T.S. Eliot)
Kedi acı duymuyor artık.
24 Ağustos 2015 Pazartesi
19 Ağustos 2015 Çarşamba
18 Ağustos 2015 Salı
Ben O Değilim
Kalbim kırılıyor ve onu onarmak için çaba harcayan kimse yok. Bu acı. Sonra o parçaların rüzgarla savruluşunu izliyorum. Yüksek bir falezin en ucundan. Aşağı bakmaya ürkerim, kalbimin oradan aşağıya parça parça düştüğünü görüyorum her an. Bu ürkütücü olmuyor. Paramparça olduğunuzda korkacağınız herhangi bir şey kalmıyor. Yaktım yazdığım manifestolarımı. Vazgeçtim iyi hissetmekten. Barıştım dahası sarıldım mutsuzluğa. Çünkü kollarım var. Bir işe yaramak istediler. Ben istemiyorum. Bir kitabın içine hapsolsam. Ya da çatlayan bir çiçek toprağına uzansam da, unutsam kendimi. Tahammül edemiyorum. Kendime. Ve küstah isteklerime. Hala kabullenemiyor oluşuma bir şeyleri. Ah! Kendini tekrar etmek intihardır mı demişti birisi? Müntehirim soluk aldığım her an.
Dedi. Hiçbirini söylemek istemedi. Ben duydum. Kalbinin peşinden gitti sonra. Aşağıya bakmadan, ürkmeden. Sessiz. Çatlamış bir çiçek toprağına gömüldü. O ben değildi.
Dedi. Hiçbirini söylemek istemedi. Ben duydum. Kalbinin peşinden gitti sonra. Aşağıya bakmadan, ürkmeden. Sessiz. Çatlamış bir çiçek toprağına gömüldü. O ben değildi.
15 Ağustos 2015 Cumartesi
12 Ağustos 2015 Çarşamba
Umursanmamanın kısa öyküsü
Ölmek istiyorum dediğinizde ilgi çekiyorsunuz. Ölmek istiyorum dedi dediğinizde umursamıyor kimse. Ben hep ölmek istiyorum dedi dedim. Uzaklaştım iyiden iyiye kendime. Ölmek isteyen bendim, umursamadı kimse.
Ben mutlu olunacak bir insan değilim ve kimseyi mutsuz etmeye hakkım yok. Yalnızlığım için bulduğum en mantıklı neden bu şimdiye değin.
Tüm güzelliğinizle uzağımda kalın.
Dedi kendi kendine. Dinleyen kimse yoktu. Çoktan uzağında kalmışlardı. O gün yazmayı planladığı hayat öyküsünü noktaladı. Bir bitkiden farksız yaşamayı koydu aklına. Zaten hep gölgesine razı bir fesleğen olmayı dilemişti. İlk kez bir dileği gerçekleşti. İyi ki.
Tüm güzelliğinizle uzağımda kalın.
Dedi kendi kendine. Dinleyen kimse yoktu. Çoktan uzağında kalmışlardı. O gün yazmayı planladığı hayat öyküsünü noktaladı. Bir bitkiden farksız yaşamayı koydu aklına. Zaten hep gölgesine razı bir fesleğen olmayı dilemişti. İlk kez bir dileği gerçekleşti. İyi ki.
11 Ağustos 2015 Salı
10 Ağustos 2015 Pazartesi
Hiç
Kimsesiz bir geceydi çölün içinde
Kimsesiz bir çöldü gecenin içinde
Çadır bezinden aba diktiydim
Deve kemiklerinden kaval yaptıydım
Bedevinin bahtsızlığını bahtım bilip
İzin verdim evim olmasına çölün birine
Karşıma çıkmıştın sen o gece çölün birinde
Sen çöle çıkmıştın habersiz gecenin birinde
Kalbimi söküp göğsümden aldıydın
Saçlarımı kesip kumlara attıydın
Bir abam vardı sarınacak onu benden alıp
Ev bildim demiştin seni derimin derininde
Ruhunun güzelliğini görmüştü ruhum öte teninde
Ruhumun güzelliğini görmüş müydü ruhun öte tenimde
Beni benden alıp kendine kattıydın
Beni senden gayrı ölüden farksız yaptıydın
Bir sen kalmıştın sığınacak bunu görüp
Ev yapmıştın dirinden ölümün derininde
Kimsesiz bir çöldü gecenin içinde
Çadır bezinden aba diktiydim
Deve kemiklerinden kaval yaptıydım
Bedevinin bahtsızlığını bahtım bilip
İzin verdim evim olmasına çölün birine
Karşıma çıkmıştın sen o gece çölün birinde
Sen çöle çıkmıştın habersiz gecenin birinde
Kalbimi söküp göğsümden aldıydın
Saçlarımı kesip kumlara attıydın
Bir abam vardı sarınacak onu benden alıp
Ev bildim demiştin seni derimin derininde
Ruhunun güzelliğini görmüştü ruhum öte teninde
Ruhumun güzelliğini görmüş müydü ruhun öte tenimde
Beni benden alıp kendine kattıydın
Beni senden gayrı ölüden farksız yaptıydın
Bir sen kalmıştın sığınacak bunu görüp
Ev yapmıştın dirinden ölümün derininde
7 Ağustos 2015 Cuma
5 Ağustos 2015 Çarşamba
1 Ağustos 2015 Cumartesi
garip şey
bir insan yalnız bırakılacaksa
ağaçlar dahi yürüyebiliyor etrafından
boğulması isteniyor üstelik ondan
üstelik kendi çölünde
üstelik seraptan denizlerde
ama orada bile buluyor kendine
soluklanacak bir ihtimal
umursamadan parçalanmasını damağının
diyor,
dudakların çengeldi
benimkilere geçtiler
tek düşüncesi kurtulmak çünkü o an
o andan.
bundan sanrılara sığınması
bilse de duyacağı acıyı hemen sonra
anı kurtarmaya çalışıyor
geleceğin boyunduruğundan
kurtarıyor da
yüzünü okşuyor önce rüzgar
ardından kanatıyor pullarının ardını
kim bilir çünkü bir an önce
ne olduğunu?
nasıl olduğunu yahut?
bir masal evrenine mahkum olmuş
dönüşmüş dünyanın tek deniz kızına
bir varmış ondan önce
bir yokmuş kurtuluşundan sonra
insanlar gitmiş birden çevresinden
ağaçlar hemen sonra
bundan Tanrı'ya sığınması
umursamadan olmasını ruhunun darmadağın
diyor,
ki her şeyin sonunda
yaşamı fısıldamıştı bana
-büyük yanılgı!-
ölümmüş dudakların
çengeldi varlığın
geçirdi beni varlığımdan
bir insan yalnız bırakılacaksa
ağaçlar dahi yürüyebiliyor etrafından
boğulması isteniyor üstelik ondan
üstelik kendi çölünde
üstelik seraptan denizlerde
ama orada bile buluyor kendine
soluklanacak bir ihtimal
umursamadan parçalanmasını damağının
diyor,
dudakların çengeldi
benimkilere geçtiler
tek düşüncesi kurtulmak çünkü o an
o andan.
bundan sanrılara sığınması
bilse de duyacağı acıyı hemen sonra
anı kurtarmaya çalışıyor
geleceğin boyunduruğundan
kurtarıyor da
yüzünü okşuyor önce rüzgar
ardından kanatıyor pullarının ardını
kim bilir çünkü bir an önce
ne olduğunu?
nasıl olduğunu yahut?
bir masal evrenine mahkum olmuş
dönüşmüş dünyanın tek deniz kızına
bir varmış ondan önce
bir yokmuş kurtuluşundan sonra
insanlar gitmiş birden çevresinden
ağaçlar hemen sonra
bundan Tanrı'ya sığınması
umursamadan olmasını ruhunun darmadağın
diyor,
ki her şeyin sonunda
yaşamı fısıldamıştı bana
-büyük yanılgı!-
ölümmüş dudakların
çengeldi varlığın
geçirdi beni varlığımdan
ÖZGÜRLÜK KANATLI REBEL’İN KORUBENİSİ
"Aleksandria ve Roy'la karşılıklı ağladık. O, benim de
hikâyemdi."
Yazdı müsvedde bir kâğıda. Filmi kaçıncı izleyişi olduğunu
anımsamaya çalıştı ancak belli bir sayı düşmedi zihnine. Film süresince
kendisine eşlik eden yağmurun da onu terk ettiğini duydu. Bir şeyler daha yarım
kalmıştı. Kadın yarımdı, biliyordu. Nasıl tamamlansındı kim bilir, susuyordu. Saate
baktı, yalnızca saat işlevini kullandığı telefonundan, 3.42 Kim duyabilirdi iç
sesinin gizil tınısındaki batık mavna ağıtlarını? Bir kendisi. Ne sıkıcıydı
kendini duymak her an. Düşünmemeyi denedi. Sıkılmayı kendine olağan hal edinmiş
olması gecenin öldürücü darbelerini meşru kılmıyordu. Sessizlik Orta Çağdan
koşup gelen yaldızlı bir hançercesine saplanacakken ruhuna, birkaç nota engel
oldu buna saydam bir duvar gibi. Pencereye doğru yaklaşıp perdenin arasından
sokağı izlemeye koyuldu. Kendisine Gerard de Nerval'i hatırlatan birkaç sokak
lambası, üzerinde kim bilir kaç kişinin izini taşıdığı belirsiz olan kaldırım
taşları, yağmur henüz dindiğinden muhteşem birer imge niteliğinde soluk sokak
tuvali üzerinde gezinen sokak köpekleri ve o. Alıştığı manzarayı bir anda
değiştiren, bu yetmiyormuş gibi bir de sessizliği yumuşak notalarla örseleyen
adam. Çevresindeki küçük su birikintilerinin dahi akıp gitmek isteyeceği kadar
karamsar bir ezgi titreştiriyordu pencerenin hemen dışındaki sonlu atmosferi. Orada
öylece kaç dakika durduğunu bilemedi, hareket ettiğini kendini masanın başında kâğıdın
birine bir şeyler karalarken fark etti. Sonra o kağıdı avucunun içine
gizleyerek koşar adım evden çıktı. Apartmanın dışına vardığında adamın tam
karşısında duruyordu. Onu kendisinden başkasının fark etmediğini umarak bir
serenat addedip kulağına ulaşan nota dizisini, orada öylece beklemeye devam
etti. Adam kendisini görmüyor gibiydi. Görünmez olma fikrini küçüklüğünden beri
severdi. Görünmezdi! Tüm mümkünlerin kıyısı burası olmalı diye geçirdi içinden.
Ve boğulma fikrini sevdiğini düşünerek adamın yanına doğru küçük ve ürkek
adımlarla ilerledi. Elinde kendine mini bir yer edinmiş kırışık kağıdı adamın
önündeki taşa bırakıp hızlıca eve yöneldi. Merdivenleri ikişer üçer çıkıp
pencerenin önüne ulaştığında sokakta kimsenin olmadığını gördü. Üstelik
bıraktığı kâğıt da yerli yerindeydi. Bu olayın bir hayalden ibaret olabileceği
düşüncesi beynini paramparça edercesine kafasında dolaşıyordu. Kendini yatağın
üzerine bıraktı ve ağlayabilmeyi istedi. Olmadı, kalktı, kâğıdı oradan almak
için ağır adımlarla merdivenlerden indi. Ve yaşlar boşalmış olsa çok daha iyi
hissedeceğini bildiği gözlerini o noktada ve çevresinde gezdirdi. Kâğıt yoktu.
Artık delirdiğinden emin olabilirdi belki de. Ya da yalnızca uyuyabilirdi. İki
tane hap eksildi şişeden ve yere düştü tuzla buz olmadan hemen önce bardak.
![](file:///C:\Users\Vildan\AppData\Local\Temp\msohtmlclip1\01\clip_image001.gif)
"Karanlığı görünür sanardım, bu gece duydum onu,
tellerinde müntehir ettiğin notalarınla."
Yaptığı müziği kendi gibi duyan ve ifade eden biriyle ilk
kez karşılaşıyordu. Tellere elleriyle değil de ruhunun karanlığıyla dokunup,
kanamanın müziğini yapıyordu insanların uyuyarak heba ettiği gecelerde. Geceye
karışıyordu sessizce. Notu defalarca okudu. Önce almaya cesaret edemeyip
yanından uzaklaştığı ancak sonrasında koşarak geri dönüp aldığı notu. Notaların
müntehir olması üzerine düşündü uzun uzadıya, yanında onca şair siluetiyle.
Cevap vermeseler de sordu müntehirliği en iyi bilen şairlere içinden, alçak
sesle. Hatta bir şeyh bulsa Ah Muhsin Ünlü gibi, ona da sorardı: notaların
intihar ettirilmesi onları da sonsuz bir azap yurduna gönderir mi, zaten ben
onlara bunca işkenceyi ederken? Ama bir şeyhi yoktu o an. Dahası bir şehri de.
Ancak o gece, o şehri kendisine vatan bildirtecek, ne idüğü belirsiz bir
sempatizanlıkla uğrunda kamuflajlar içinde ölecek kadar çok sevmesini sağlayan
o kadını fark etmişti. Bu böyledir zaten, onlarca insan içinde birini fark
ederiz ve sonra onun uzaktan yahut yakın temasla ruhumuza vurduğu darbeleri
izleriz. Bozguna uğratılmak en sevdiğimizdir, en sevdiğimiz tarafından. Ve çok
severiz klişeleri, ne güzel ard arda sıralarız tümünü. Peki, neden kaçmıştı
oradan o kadınla tanışmak yerine, notu onun sesinden duymayı neden reddetmişti?
Bunun cevabını okudu bir kez daha sol bileğindeki on bir santimetre
uzunluğundaki koca bir hayat çizgisinden. İsmi buydu, hayat çizgisi. Hayatının
en iyi özeti niteliğinde bedeninde bulunan bir iz. O izin oluşmasını
engelleyebilecek bir kadın vardı ve umursamamıştı adamın o gece parmaklarının
arasında bir jiletin ikamet etmesini. O gece ölmüştü adam. Kadının sonraki
merhamet gösterisini, ambulansı, sargıları ve saireyi de bu kez adam
umursamamıştı. Kalan hayatını bir ölü olarak geçireceğine dair söz vermişti
kendine. Yalnızca geceleri canlılık belirtisi göstereceğine ve insanlara
görünmeden onların etraflarında gezineceğine dair sözler. Başarılı bir şekilde
de uyguluyordu bunları uzun zamandır. Fakat o gece her şey alt üst oldu. Sözler
parçalandı zihninde. O küçük notun anlamına yer açtı aklında bulunan ne varsa.
Kadını bir daha görmeyeceğine dair sözler verdi bu kez kendine. Güneşin
doğuşuyla her sabah üzerine aldığı uyku örtüsü bu kez örtmemişti onu ve
üşüyordu. Tüm bedeninin titrediğini görüyordu, ruhunun titrediğini duyuyordu.
Her zaman kafasının içinde yinelenen senfoni susmuş, bildik bir melankoli
sessizlik konçertosunu sunmaya başlamıştı. Bunun nedenini biliyordu. Evrendeki
en aptal insan olduğunu küfreder gibi bağırarak aynadaki siluete, beynine
düşünmemesini emrediyordu diktatör bir liderin dilinden. Bu berbat durumun
nedenini çok iyi biliyordu. Kafasının dağılması için her şeyi yapabilirdi o an,
mecaz ve gerçek anlamda. Çünkü acı size kendisini unutabileceğinizi fısıldar
eğer kanınızı akıtırsanız…
Uyuyamadı ve kendini bir filmin içine attı.
Düşüşünü en somut biçimde duyabileceği filme.
The Fall.
![]() |
Dünya üzerindeki en berbat eylem nedir diye soracak olsalar
kuşkusuz “uyanmak” derdi. Artık gözlerini kapatmasının mümkün olmadığını
anladığında yataktan çıkmak zorunda kalmıştı. Akşamüzeriydi. Pencerenin önünden
geçerken gözü bir an dışarıda belli belirsiz bir noktaya takıldı ve hafızası
çok gerekliymiş gibi geceyi kendisine yeniden yaşattı. Düşünmemeye çalışarak
kendini banyoya soğuk duşun altına attı. Soğuk suyun göğsüne her çarpışında
derin derin nefesler alıyor, dünya üzerinde bulunmadığını hayal ediyordu.
Hayallerimizde dilediğimiz hayatı yaşarız, bu insanın sahip olduğu en mükemmel
niteliktir. Bu zihinsel yaratı gücü Tanrı’nın insana verdiği en güzel özellik diye
düşündü bir denizkızıyken kendi okyanusunun derinliklerinde. İçi bir okyanustu
ve hüzün çapa misali saplanıyordu an be an kalbine. Kendi içinin derinliğinden
kapı zilinin çirkin ezgisiyle sıyrılıverdi. Birden yeniden dünyada buldu
kendini. Üzerine geçirdiği bornozla dışarı çıktığında havanın kararmış olduğunu
gördü. Kapı ikinci kez çaldı ve seri adımlarla, aklının kendisine sunduğu
geceki durumun gösterimini, o adamın gelmiş olabilme ihtimalini umursamadan
kapıya ulaştı. Açtığında karşısında alt kattaki yaşlı kadını buldu. Banyosuna
su damladığını, uzun süreli su akınca böyle bir sorun yaşandığını, banyosunun
zeminini onarma gerekliliğini ve daha bir sürü ilgisini çekmeyen şeyi anlattı. En
kısa sürede ilgileneceğini söyleyip kapıyı hızlıca kapattı. Yatağına gidip
yarım bıraktığı kitabını okumaya çalıştı karışık düşüncelerle. Yarım saat kadar
sonra kitabı bir kenara bıraktı. Mutfağa gidip kendine bir kahve yapmayı
düşündü. Yerinden kalktığında kapı tekrar çaldı. Ve o an yaptığı ahmaklığı
hatırladı. Küvetin suyunu boşaltmamıştı, muhtemelen alt kattaki banyoya su
damlamaya devam etmişti. Yine o yaşlı kadının geldiğini düşünerek, yüzüne sahte
bir pişmanlık ifadesi yerleştirerek kapıyı açtı. Kimse yoktu. Etrafa iyice
bakındı, kapıyı tam kapatacakken yerde o notu buldu.
“Bir ölünün müziğini duydun, bu kadarı yeterli. Onu hayata
döndürmeye çalışma.”
Bir ölünün müziğini duymak… Kalbi tüm evrende
yankılanırcasına atmaya başladı. Evet duymuştu! Gece bilmem kaçıncı kez
tekrarlandı kafasında. Duymuştu ve ilk kez hiç çekinmeden ifade etmişti
hissettiğini. Notu tekrar tekrar okudu. Ondan geliyordu ve belli ki kendisini
düşünmesi ulaşmıştı ona. Yeniden görmeliydi onu. Hızlıca giyinip ıslak, karışık
saçlarıyla, karmakarışık düşünceleriyle sokağa çıktı. Buralarda bir yerlerde
olmalıydı. Sokağı belli belirsiz adımladı. Bir süre çevreye bakındıktan sonra
nefes nefese kendini bir bankın üzerine bıraktı. Her şey olağandı. Gecenin
olağan karanlık pelerini üzerinde bulunan yıldızlar her şeyden habersiz müthiş
bir uyum içinde yeryüzünü izliyorlardı. Kadınla göz göze geldiler. Sonrasında
yine habersizce parıldamaya devam ettiler. Ne kadının kafasının içinde yankılanan
notaları duydular, ne her şeyin önüne geçmiş o notu okudular. Kadın da
umursamadı onları, tek bir düşüncesi vardı o an. Adamı bulmak. Çünkü onu
duymuştu ve duyup duyabileceği en harikulade ezgi olduğunu biliyordu onun,
dünya denen dağınık portede…
Banktan kalkıp umutsuzca evin yolunu tuttu. Kafasında hala
o notalar yankılanıyordu ancak bu kez yarım şekilde. Adamı bulsa tamamlanacaktı
biliyordu, yarımdı, tamamlanacaktı biliyordu.
Eve vardı ve merhabalaştı uykusuz bir geceyle.
![]() |
Notu kapıya bırakması, birkaç merdiven basamağı, kısa bir
yürüyüş ve nihayetinde küllerinin savrulmasını istediği deniz. Yaklaşık on
dakika içinde gerçekleşen bu olay zinciri ona zamansız gelmişti. Herhangi bir
tahmini yoktu ne kadar sürdüğüne dair. Yalnızca anı biliyordu, yakılmayı
istiyordu, yüzmeyi maddenin kül haliyle denizde… Deniz olma isteğini hatırladı.
Ona karışmayı deneyip reddedilişini. Denizin ona etinden, kemiğinden
sıyrılmadan onu kabul edemeyeceğini fısıldayışını… Taşımaktan yorgun düştüğü
bedeninden nefret etmişti o an bir kez daha. Denemişti ama kazıyamamıştı ruhunu
ondan. Tarafından bırakıldığı bir kadının ses tellerinin şu tınıca titreşmesi
engel olmuştu ona: beni bırakma…
Gereksiz düşüncelere daldığını fark etti. Geçmiş her zaman rengârenk
bir yüzeyce seslenip, aslında bir bataklık olduğunu kısa süre sonra
hissettiriyordu insana. Hissetti. Sıkıldı. Bir denizkızı düşledi kendi
derinliğinde yüzen. Ardından göğsüne bastırıp denizkızının nemli saçlarını, bir
nebze olsun dindirmesini diledi acısını Tanrı’dan. Zihnini uyuşturacak maddeler
koşar adım geldi sonra, kadını hiç düşünmeden sonlandırdı gecesini. Buna
inandırmak istedi kendini. “Düşünmedim!”dedi hatta kulaklarının işitebileceği
kadar yüksek bir ses tonuyla, denizkızının bedenine kazırken kadının siluetini.
![]() |
Uykusuz gece sürüyor ve yalnızca şiirlerle dindirilebilecek
bir acı sunuyordu kadına. Bir şiirin dizelerine sarıldı…
“ne mantıksız acı duymak
bu denli
ne garip, duymak
susturmak istediğin kendini
yankılanıyor zihnimin koridorlarında
“bir ölüye aşık olmuş olma ihtimalim”
tarafımdan onaylanan üstelik…
bulacağım seni
ve
duyacağım ölgün ruhunun
ürkek ürküsünü.
öğreteceksin bana,
kefene sarılı bir aşkı
yahut
kül halini belki maddenin
itiraflarımın en nedensizi vuku buluyor:
bir ölüyü seviyorum dünyaca!
tanımadan, bilmeden,
sessizce…”
![]() |
Kendine geldiğinde güneş henüz batıyordu. Kızıl bir uyanış
olmuştu kasvetli bir uykudan. Unutmayı diledi o an bildiği ne varsa. Kadını
anımsamıştı çünkü ve zihnini işgal eden onca bilgi kadının yer etmesini
engelleyemiyordu aklında. Banktan kalkıp gitarını bıraktığı barakaya gitti ve
ardından bıraktı kendini ayaklarının olağan rotasına. Vardığında şaşırmamıştı
geldiği noktaya. Kaldırım taşları buyur etti önce, sonra pencerenin biri hoş
geldin dedi. Tellere dokundu sonra, tanımadığı bilmediği bir kadına en karanlık
serenadını yapmaya başladı…
![]() |
Birleşiyor muydu hikâyeleri?
Yoksa Kaan İnce’yi mi yineliyoruz bu solukta da?
Kavuşmalar
ayrılık mıdır gerçekten bazen?
![]() |
Kendi içinde yankılanan dizelerle uyanmaya alışmıştı kadın
uykularından ancak alışık olmadığı bir durum içindeydi birkaç gündür. Notalar
uyandırıyordu bu kez onu, yalnız onun duyabildiği eşsiz bir armoni. Uyandığında
etraf karanlıktı. Bildik bir ezgiyle uyanmıştı yine ve şaşırtmamıştı bu onu,
somut olduğunu fark edene dek… Çıplak ayakları parkelere küçük dokunuşlar yaptı
birkaç adım. Ardından ışıldadı sanki pencerenin ardı. Gelmişti… Ne yapacağını
bilemedi o an. Not yazmayı düşündü, titreyen elleri kâğıtları dahi kavrayamadı.
Ne olacağı umurunda değildi. Kapıyı açtı, merdivenleri geçti ve sandı ki o an
kendisi bir kuştu! Uçmaksa da, esaretse de varmak istediği tek yer vardı ve
oraya vardı. Adamın bakışlarının üzerinde dolaştığını hissediyordu. Yanına
yaklaşıp tam karşısına oturdu. Evrende söz namına bir şey kalmamıştı, yalnızca
bakışmak vardı. Bakışlarından okudular birbirlerini. Şarkı bitti, rüzgâr dindi,
bakışmak hala yerli yerindeydi. Bir yağmur yağsaydı o an ve kadın yaratılışına
dönseydi, adamın tenine bulaşma düşüncesi geldi sokağın aklına, -garip şey,
sokaklar bile düşünebiliyordu bazen- kadını gülümsetti…
Biri merhaba dedi, biri susmasını istedi.
—Biliyorum
çünkü ne söyleyeceğini, sen bilmediğini sanıyorsun ne dinleyeceğimi ama
biliyoruz ikimiz de, birbirimizi.
Biliyoruz
ama yineleyelim dedi biri, hayat denen dilim yinelemekten ibaret değil mi?
Haklıydı
biri ve yinelemek istediler bildiklerini en klişe şekilde.
Kadının evine gittiler.
Dağınıktı
oda, dağınıktı ruhları. Adam kendi notunu fark etti masanın üzerinde. Ardından
kadın belirdi loş odanın içinde. İkisi de unutmuştu bildikleri ne varsa. Karşılıklı
oturuyordu bedenleri. Çoktan birleşmişti ruhları. Kadının aklına şiirler geldi,
birkaç gece önce dizelerine sarıldığı şiiri buldu masanın üzerindeki kâğıt
yığınının arasından. Adam okudu ve sükûnetiyle alkışladı, yüceltti ve yineledi
kadını. Tanışmaları gerekiyordu, tanıştılar.
—Mariposa.
—Rebel.
Yahut
— Rebel.
— Mariposa.
Ne önemi vardı isimlerinin sırasının? Adamın adı Rebel değildi
öyle dedi, kadın kelebek olmak istedi, oldu. Ne önemi vardı isimlerinin? İkisi
de biliyordu kısa süre sonra eskizlerinin silineceğini dünya denen eprimiş
defterden. Efsane olmak gibi bir istekleri de yoktu. Her şey basitti
nazarlarında. Doğmak, yorulmak, dinlenecek bir beden bulmak ruhları için ve
nihayetinde birlikte karışıp gitmek sonsuzluğa. Bir şeyler anlatmaları
gerekiyordu fakat sıkıcıydı hayat hikâyeleri. İkisi de şiirleri severdi.
Bildikleri tüm şiirleri okudular birbirlerine, sessizce. Ardından adam
konuşmaya başladı.
—Bir ölünün
müziğini duyduğunu söylediğimde ciddiydim.
—Nasıl yani?
—Ben bir
ölüyüm. Henüz somut bir çürümeye sahip değil bedenim ancak içim çoktan ayrıştı.
Kadın anlayamadı. Gözlerini kısarak bakışlarıyla sorusunu
tekrarlarcasına adama baktı. Adam açıkça anlatmıştı ama anlaşılır şey değildi
bu.
— Cotard Sendromu
demişlerdi şu çizginin nedeni olarak zaten bir ölü olduğumu, bu durumu
somutlamak istediğimi söylediğimde. Bir kobay gibi incelendim. Her birimizin
birer toprak birikintisi olduğunu söylediğimde, onaylarını okudum gözlerinden
ama kimlikleri bana hak yerine ilaç verebilirdi yalnızca. Uyuşturabilirlerdi
kendime zarar vermemem için. Yaptılar. Legal torbacılar gibi. Komik değil mi?
Elindeki renkli bir reçete seni bu gri yerden rengârenk bir diyara
götürebiliyor, üstelik meşru yolla!
Gülümsemesinden anlattıklarında ciddi olduğu anlaşılıyordu.
Kadın susmaya devam etti. Mimik sahnesinde şaşkınlığı sergileniyordu. Adamın
gülümsemesi nitelikli bir izleyici kitlesi gibiydi buna karşılık. İzleyicilerin
tümü terk etti salonu ardından, adam konuşmaya devam etti:
— The Ridges’a
gitmek istiyorum. Gerçek bir tedavi; terapi ve arınım için. Bu nedenle bir
süredir yoldayım. Verdiğim kısa bir molada müziğimi duydun.
— The Ridges
mı? Orası eski, terk edilmiş bir akıl hastanesi değil mi?
—Evet öyle,
ancak orada beni bekleyenler var. Annem addettiğim bir kadın özellikle. Elli
dört yaşındaydı, o hastanede belli süre için ikamet ediyordu. Altı hafta
boyunca kayıp olduğu söylendi, sonra kullanılmayan koğuşlardan birinde ölü
bulundu. Ne çok severim onun ölüm seremonisi… Önce kıyafetlerini soyunmuş,
katlayıp bir kenara bırakmış. Ardından da soğuk betonun üzerine uzanmış kendi
ruhunu soyunup sonsuzluğa karışmış… Ne masalsı değil mi?
Dinledikleri karşısında ürperen Mariposa yine de adamın
çekimine karşı koyamıyordu. Burada da kendisini bekleyen hatta beklemeye
katlanamayacak olan biri olduğunu söyleyebilir miydi? Doğru olur muydu? Hiç
tanımadığı bir adama bu denli hayran olması, onu yolundan döndürme isteği
normal miydi? Doğruyu kim belirliyordu, normal kime göre normaldi? Söyledi:
—Gitme, burada
kal.
Rebel yüzünde düzgün bir stille yazıldığı belli olan acının
okunmamasını istercesine gülümseyerek,
—Gitmem
gerektiği halde çok kez kaldım, bu kez olmaz. Dediğim gibi, henüz bedenim
çürümedi ama ben bir ölüyüm. Yalnızca bu hali somutlamaya ihtiyacım var.
Herkesin hayalleri vardır, benim hayalim de bu somutlama işlemini The Ridges’ta
yapmak. Biraz renk getirmek istiyorum o hayallerimdeki hastaneye. Mumlar,
yeryüzündeki tüm dinleri kapsayacak türden bir ayin ve nihayetinde özgürlük!
Hayat çizgimin üzerinden geçmek istiyorum tekrar. Bana kal demen kadar çılgınca
bir fikir bu ama söyleyeceğim; sen de gel…
Bedenim mini bir kan gölünün içinde dünyanın en keyifli
yüzüşünü yaparken yanımda olmak ister misin?
Bu cevap karşısında Mariposa irkildi. “Sen de gel” cümlesi
bir damar gibi zonklamaya başladı başında. O damarı bulmak istercesine, sanki
beyni bu şekilde düşüncelerini daha hızlı nihayete ulaştıracakmış gibi elini
başına götürüp sağ şakağını ovmaya başladı. Bir şeyler söylemeliydi, söyledi:
—Uyuyalım mı?
Normlar yine çabucak ulaşmıştı odaya. Tam Rebel’i tutup
kapı dışarı ediyorlardı ki, Mariposa engel oldu. Bazı zamanlar böyledir,
uykuyla sonlanması gerekir gecenin. Verilemeyecek cevapların boşluğuna karışmak
fazla gelir çünkü insana. O anlarda uyku en şefkatli sığınaktır.
Yan yana uzandılar birbirlerine değmeden. Aralarına yeniden
kilometreler girdi. İkisi de uyumuyordu, uyumayacaklardı, biliyorlardı. Ancak o
iki ince zardan örtü; gözlerini, anlatmak istediklerini gizleyebilecek güçteydi
birbirlerine karşı. Zaman aktı, düşünceleri birbirine dolaştı fark etmeden. Mariposa
gözlerini araladı. Rebel’in gözleri kapalıydı ve hala uzaktı ondan. Yıllarca,
yollarca. Tümünü yürüdü birkaç salisede, omzuna dokundu. Teni bir ölü bedeni
gibi soğuktu. Titreyen ellerini omzundan çekerken onun gerçekten söylediği gibi
bir ölü olabilme ihtimalini düşündü. Söylediklerini ve söylemek istediklerini
düşündü. Ne yapması gerektiğini biliyordu. Yalnızca söylediklerini anladığını
düşünecekti Rebel… Başının yanındaki komodinin üzerinde bulunan kitabın arasına
bir not iliştirdi.
Romantik bulunamayacak bir gün doğumu oldu. Ne sıkıcıydı
bir şeyler söyleme gerekliliği. Günün aydınlanmış olduğunu tekrarlamanın ne
anlamı vardı? Uyumadan uyandılar. Rebel doğruldu yattığı yerden. Gece dikkatini
çekmeyen, yatağın yanındaki şiir kitabını karıştırmaya başladı ve anladı ki o
an, Mariposa’nın yerinde yatmıştı. Bu, belli bir yerde uyumaya alışmış insanlar
için sorun olabilirdi, Mariposa için olmamıştı. Nezaket güzel şeydi, tanımadığı
bilmediği bir adama bu denli güvenmiş olmasına, naifliğine hayran olabilirdi o
an. Eğer Mariposa bu kadar güzel olmasaydı… Uyku yüzünü ince bir tül gibi
örtmüyor, masumiyetinin üzerini yaldızlamıyor olsaydı…
Kitabın ve Mariposa’nın güzelliği arasında gidip geliyordu Rebel.
Kitabın arasındaki bir kâğıt dikkatini çekti.
“Notaları ağlayan şarkılar çal bana gitarınla Rebel, sükûnet
nehirlerine karışsın ya da kanımız. Ne güzeldir kim bilir seninle ölmek…”
Rebel bir an için donup kaldı. Ardından Mariposa’nın
uyandığını fark edip hızlıca notu tekrar kitabın arasına gizledi.
Mariposa uykusuz bir geceden sonra birkaç dakika için
uykuya dalmıştı ki, birinin bakışlarının üzerinde dolaştığını hissedip uyandı.
Bu biyolojik bir gerçekti ve bunu öğrenmesi ardından bir karalamasında “artık
uyandırılmak istiyorum” demişti. Uyandırıldı. Rebel elinde kutsalı addettiği
şiir kitabıyla birlikte onu izliyordu. Birbirlerine gülümsediler. Yıllardır
tanışıyormuş gibi bir sadakat, bağlılık ve güvenle. Sanki o sabah
gülümsemeseydiler birbirlerine, güneş doğmamış olacaktı ve -düştükleri aşikârdı
ama- hiç doğrulmamış gibi olacaktı onlar dünyaya, -kalkamadıkları aşikârdı
ama- hiç doğrulmamış gibi olacaktı onlar
dünyada.
Mariposa kalkıp mutfağa gitti. Birkaç dakika sonra elinde
iki kahveyle geri döndü.
— Günün en
sıkıcı öğünü kahvaltı bence. Uykunun o ütopik krallığından henüz ayrılmışken
olabilecek en alelade şekilde beden acıktığını bildiriyor ve bir şeyler
yiyorsun. Hâlbuki zihnin hala dünyanın olağanlıklarından uzak, gördüğün
rüyaları yineliyor. Ben bedenimin değil, zihnimin isteklerini önemsiyorum.
Evet, yapılabilecek en berbat ön sunum ardından sorabilirim; kahve ister misin?
Rebel elinde olmadan güldü bu konuşmaya ve cevap verdi.
—Çok iyi olur,
teşekkür ederim.
Mariposa oluşturduğu bu gereksiz karmaşa ve yaptığı
gevezelik yüzünden kendine kızarak kahveyi Rebel’e uzattı. Kendi kahvesinden
ceza mahiyetinde büyük bir yudum aldı. Refleksif olarak yüzünde beliren acı
ifadesini Rebel’in fark etmemesi için yüzünü pencereye doğru çevirdi. İçinden
söylemeden edemedi yine de; isteğim sana bir şeyler anlatmak değil, dinleyişini
izlemekti…
Rebel hala elindeki şiir kitabıyla ilgileniyordu. Kitabı
kapatıp kahvesinden bir yudum aldıktan sonra Mariposa’ya dönüp;
—Teklifimi
düşündün mü? dedi.
—Cevabı
kitabın arasındaki notla birlikte verdim dedi Mariposa da gülümseyerek.
Rebel’in o güne dek aldığı en güzel cevaptı. Hemen o gün
yola çıkacaklardı. Mariposa sırt çantasına birkaç not defteri, kalem ve
kitaplarını koydu. Geriye bırakarak her zaman şikâyet ettiği hayatını, yola
çıktılar. Hedefleri The Ridges’tı, haritaları yoktu, birlikte gidiyor olmak
vardı ve önemli değildi herhangi bir yere varmak.
Yol…
Yol…
Yol…
Bir bölümünü yürüyerek, bir bölümünü otostopla kat
ettikleri. Ama en önemlisi de bitimsiz konuşmalar yapmaları birbirleriyle.
Zaman zaman kaybolmalı rotalarında, birbirlerinde. Aç kalmaları sonra,
gülmeleri uzun uzun, ağlamaları kesik kesik hıçkırıklarla. Bir şeylerin
başlaması… Biliyor ve korkuyorlardı yinelemeye; bir insanı sevmekle başlar her
şey.
Rebel sevmek istemedi, gitmeliydi, geride bırakmamalıydı
“gitme” diyen birini. Bırakamadı. Mariposa istemedi sevmeyi, birlikte ölmeyi
planlamıştı onunla, birlikte olmak olmazdı. Oldu.
Sevdiler. Seviştiler. Tutku büyüdü, Mariposa “İnsanın
katiline duyabileceği kadar garip bir tutku bu duyduğum Rebel, kanımı akıtsan
gülümserim tenime dokunmanın saadetiyle” dedi. Teslim oldu tüm varlığıyla. Ne
büyük mutluluktu bu denli güvenebilmek bir insana…
Artık her şey bir yandan daha zor, bir yandan daha kolaydı.
Yolculuklarının kaçıncı kilometresi, belirsiz.
Bulundukları şehir, belirsiz.
Ne yapmak istedikleri, Rebel’in dahi, artık belirsiz.
Bir şeyleri belirli hale getirmeleri gerekiyordu, konuştular.
Mariposa bulundukları kumsalda şekillerinden anlamlar
çıkarmaya çalıştığı küçük kum birikintilerinden başını kaldırıp, Rebel dedi.
—Seninle
geldim ve bu hayatımda aldığım en iyi karardı. Ama, ama artık olmaz.
Rebel bakışlarını denizden çevirip anlamayan gözlerle
Mariposa’ya baktı. Mariposa devam etti:
—Birlikte
olmanın güzelliğine beni inandırdın. Birlikte ölemeyiz. Yalvarırım, gitme…
“Her şey basit olmalıdır, tümüyle basit.” Gitmesini
istemediğiniz birine gitme diyebilmelisiniz. Rebel evet demesi için yalvarır
bir ses tonuyla konuştu bu kez, dilinden kelimeler kanatarak söküldü:
—Beni buna
ikna edebilir misin?
Mariposa yamamak ister gibi tüm yaralarını;
—Ederim! Her
şeyin bambaşka olabilmesi mümkün. Kurtulalım realiteden. Zaten en büyük adımı
atmadık mı bunun için? Kendi hayat standartlarımızı, kavramlarımızı
oluşturalım. Hüzün diyelim mesela mutluluğa, üzgünken de iyi hissedebilelim.
Ölüm olsun artık hayatın adı, onların yaşamını unutalım!
Rebel bakışlarını yere eğdi. Mariposa kutsalı addettiği
kitabı çabucak çantasından çıkarıp son sayfasını açtı.
—Özgür
olabiliriz…
Sessizlik…
Sessizlik…
Sessizlik…
Yalnızlığı bilenlere sorun, hepsi söyler: en zoru da
umutsuzluktan kurtulmaktır. Ve en kolayı, bunu bir insan yardımıyla yapmaktır. Rebel
artık yalnız değildi. Ellerine dokunan bir çift el vardı. Hal böyleyken bir
jilet tekrar ikamet edemezdi parmaklarının arasında, gezinemezdi bileklerinde.
İnanmalıydı Mariposa’ya, bu daha kolaydı…
—Özgür
olabilir miyiz gerçekten? Bu dünyada yaşanılabilir bir yer var mı?
—Evet dedi Mariposa,
sımsıkı sarılıp devam etti. İşte burası Rebel… Dünya üzerinde yaşanılabilir tek
yer senin bedeninin yanı.
Kendini inandırmaya çalışarak sarıldı Rebel de. Mariposa
fısıldadı:
—Başımı
döndürüyor çürümüşlüğünüz ve ağır bir kan kokusu yükseliyor dünya denen
harabeden. Uyumaktan başka çaresi yok mu Rebel, tümünden sıyrılıp yalnız senin
şiirsel sesini dinlemenin demiştim. Var, artık var biliyorum. Sonsuzluğu anlat
bana! Duydum çünkü seni, duydum Rebel ölgün ruhunun ürkek ürküsünü. Ve
korkmadım senden! Bırakmadım, bırakmayacağım. Seni seviyorum…
Cevap veremedi Rebel, ruhundan damlayan birkaç damla kan
saydamlaşıp döküldü gözlerinden, mutlulukla karışık.
Mutluluk…
Mutluluk…
Mutluluk… Gözyaşıyla karışık.
Haklıydı Mariposa, mümkündü bambaşka olması her şeyin. Bir
ütopyaya vardılar birlikte. Mariposa gerçek bir kelebek oldu, Rebel de birçok
kez görmesine rağmen kendisini yakalamaya kıyamayan bir kelebek gözlemcisi. Mariposa’nın
peşinden ömrü boyunca gitmek için kendine söz verdi bu kez. Mariposa
kelebeklere yaraşır bir naiflikle akıtmıştı çünkü sesini Rebel’in içine; bu
dünya kötü, korkuyorum, koru beni…
Mariposa, Rebel’in Korubenisi[1]ydi artık…
Rebel’in sesine karıştı Mariposa’nın sesi. Yüksek sesle
yinelediler manifestolarını –ne kadar yüksek olabilirse bir kelebeğin sesi-:
“Sen onlara de ki: Bu çıkmazın başka sokaklara bakan ucunu
kapattım. Yaşam nasıl yaşanırdı unuttum. Artık özgürüm.”[2]
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)